21 Nisan 2020 Salı

IV. NÂZIM HİKMET’İN ANADOLU'YA GEÇİŞİ



İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu.
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı
Evleri birbirine giren şehrin içinde,
Ufuklar, genişledi önümüzde git gide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.

İNEBOLU Şiirinden

  
İstanbul işgal edilmiş (16 Mart 1920), Meclisi Me busan dağıtılmıştı. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali (8 Temmuz 1920), Edirne’nin düşüşü (25 Tem­muz 1920), Nâzım’a İki Hemşire, şiirini ilham etmişti, ama aynı zamanda Anadolu’ya geçme arzuları da genç şairde uyanmaya başlamıştı; zaten çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin de daha yaşlı şairlerle memleketin du­rumunu görüşüyor, kendilerine düşen işin ne olması gerektiğini araştırıyordu. Bir karara varacaklarsa bu kararı Nâzım’a da açacak, onu da yanma alacaktı.
Adnan Adıvar - Halide Edip Adıvar

Anadolu’ya geçenler, Ankara’da yeni milli müca­delenin zafere ulaşması için kendilerine düşeni yapı­yorlardı. Ankara’ya, İstanbul’dan ya kara yoluyla, ya da deniz yoluyla Anadolu topraklarına ayak basarak varılacaktı. Bu iki yol da birçokları tarafından denen­miş ve başarıya ulaşmıştı, örneğin Yunus Nadi karayoluyla Ankara’ya gitmiş, «Anadolu’da Yeni Gün» ga­zetesini kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında yeni hareketin içinde ön planda görülen Yunus Nadi, aynı zamanda Anadolu’ya daha sonra geçenlerin önem­lilerini karşılayanlar arasında da yer almıştı. Nitekim Nazım’ların Ankara’ya geçmesini isteyen Halide Edip ve Adnan Adıvar’ın da içinde bulunduğu kafile 30 Mart 1920 akşamı Geyve’ye varmıştı. «Geyve istasyonuna he­yeti getiren direzinlerde ötekine hoş geldin, berikine sa­fa getirdin derken» Yunus Nadi, Halide Edip Hanımın ancak hayalini şöyle uzaktan görebilmişti. Fakat, erte­si sabah kuşluk vakti epeyce kalabalıklaşan kafilede Halide Edip Hanım, Dr. Adnan Adıvar, o zamanki Trab­zon Mebusu ve sonra Peşte Sefiri olan Hüsrev Bey (Ge­rede), sonra İçişleri Bakanı olan Sami (Baykurt) Bey, İstanbul Mebusu Ali Rıza Bey, Hüsrev Bey’in kardeşi Besalet Bey, sonradan İzmit Mebusu olacak olan Fuat Bey vardı. (Ankara’nın ilk günleri, Yunus Nadi, s. 76)

1920’nin Nisan ayının 4. ve 5. günleri akşamları Mustafa Kemal Paşa ve sofrasında bulunanlar İstan­bul’dan gelecek olanları, gelmelerinde yarar bulunan­ları saptamaya çalışmıştı (a.g.e., s. 94). Gelmelerinde yarar görülenler listeye geçirilmiş, ya kendilerine, ya da kendilerine sözü geçecek olanlara 6 - 7 gün içinde bil­dirim yapılması yolu seçilmişti. Kasım sonlarında İs­tanbul’daki bazı şairlere Halide Edip Hanım haber gön­dermiş ve Nâzım Hikmet’in Ankara’ya geçmesinin sağ­lanmasını istemişti. Zaten Vâlâ Nureddin de aynı ko­nuyu kendiliğinden inceliyor ve Nâzım da bu isteğin kök salıp salmadığına bakıyordu.

Sonunda Vâ - Nû’lardan yaşlı şairler yalnız Vâ - Nû’ nun ve Nâzım’m değil, Faruk Nafiz’le Yusuf Ziya’nın da Anadolu’ya geçmesini planlamışlardı. Bu olayı Vâlâ Nureddin ünlü yapıtında (Bu Dün­yadan Nâzım Geçti, 2. basım, s. 48 ve devamı) şöyle an­latır:

«İstanbul’dan İnebolu’ya gidişimiz şöyle olmuştu:

Bizden yaşlı şair arkadaşlar bu kaçışı tertipliyorlar. İstanbul Polis Müdiriyetindeki millici polisler, bizlere birer geçiş tezkeresi veriyor. Sahte isimlerle, sahte mes­leklerle... Meselâ ben, gûya yumurta tüccarı imişim. Ve yol paramızı Sirkeci’de dişçilik yapan Şevki isminde bir zat sağlıyor. Bu zatın yüzünü önce de, sonradan da as­la görmedik.
Ben gideceğimi aileme açıklıyorum. Nâzım açıkla­yamıyor. Bu sebeple hiç tedariki yok. Yalnız, eniştesi bir dürbün hediye etmiş, onu satıyor, parasını cebine ko­yuyor. Randevu yeri olan Cenyo’ya (Galata köprüsünün tam yanında, Haliç yönünde Avrupa tipi bir birahaney­di. Yere batakçaydı) elini kolunu sallayarak eşyasız ge­liyor. Yahut bir gazeteye paket edilmiş çamaşırlar.. Sır­tında kadife yakalı gri bir pardesü, başında püskülsüz fes... Ayağında topuğu yenik ayakkabılar. Ve sırtında birkaç yıl evvel hazır alınmış, küçülmüş bir palto, 1920 yılının son gecesini Sultan Mahmud Türbesinin yanın­daki Mahmudiye Oteli’nde geçirmiştik. 1921 yılının ilk günü Sirkeci rıhtımından kalkan çok eski, çok küçük ‘Yeni Dünya’ vapuruna dört hececi şair yani bizden baş­ka Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz binecektik. Vakit gazete­si sahibi Hakkı Tarık ile tarih hocası Emin Ali ve kar­deşim Faruk Vâ-Nû, grubumuzu geçirmeye gelmiş­ti.»
Emin Ali, Mütarekeden sonra İstanbul’da ilk ku­rulan Millî Teşkilât içinde eli kalem tutan Piyade Yüz­başısı idi. Nâzım’ı tezkiye etmişti.

Yeni Dünya vapuru, bu kez de önemli görevlerin­den birini yerine getiriyordu. Gemi, genellikle Kara­deniz limanlarına yük ve yolcu taşıyordu. Azerbaycan’a gitmek isteyenler de Yeni Dünya gemisine biner, Trab­zon’da iner, ordan başka araçla Batum’a devam eder­lerdi. örneğin Yeni Dünya gemisi 1920 Nisanında da bazı önemli yolcuları almış, İstanbul’dan kalkmış, 28 Nisan’da Trabzon’da olmuştu. Bunlardan kamador Naz- mi Bey, Hasip Paşazade Ulvi Bey verilen ulusal görevi yerine getirmek için Azerbaycan’a geçme yolunu izle­mişlerdi. Şimdi de Anadolu’ya geçmek isteyen şairleri taşıyordu. Yeni Dünya gemisi...

Şairler, özellikle Nâzım Hikmet, işgal altındaki İs­tanbul’da karşılaştığı yabancı subaylara selam verme­mek için yan sokaklardan gitmiş; zatülcenp hastalığına yakalanmasına yol açan ihmaller yapmış ve Bahriye subayı iken ordudan ayrılmıştı. Şimdi kan ağlayan Ana­dolu’ya geçmek ve ulusal kurtuluş için çırpınanlara yar­dım etmek istiyordu.

İstanbul’dan ayrılırken babasının iznini almamış, hatta niyetini bile gizlemişti. 1 Ocak 1921 sabahı Sirke­ci rıhtımından kalkan Yeni Dünya’ya bineceğini bildiği için iki gün önce babasının masasına, babasına ithaf et­tiği Gençlik başlıklı şiirini bırakmıştı. Dört yıldır sınır­larda kan dökenlerin o yaslı günlerinde kurtuluş için yükselen sesini gençliğin dile getirmesini öğütlüyordu, şiirinde.

Nâzım Hikmet, şöyle anlatır İstanbul’dan ayrılış­larını;

 «Vapura Sirkeci’den bindik. Karakuru, yamyassı hir. vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onla­ra benziyor. Kamaramıza girdik; duvarlarında hamam böcekleri dolaşıyor, daracık, cehennem gibi de sıcak. Faruk Nafiz başını lumboza dayadı: İstanbul’u bir da­ha görmeyecek miyiz? Gidiş var da, dönüş yok mu?’ di­ye ağladı.
Vapur uskur gümbürtüleriyle sarsılmaya başlayın­ca güverteye çıktım. Yusuf Ziya’nm akrabası bize: ‘Ka­radeniz’e açılana kadar kamarada kalın’ dediydi, ama uskur gümbürtüsü bana güven verdi. Sarayburnu’na, köprüye, kurşun kubbelere, tığ gibi minarelere, Taşkış- la’ya, son kere, şöyle doya doya bakmadan İstanbul’dan ayrılmaya da gücüm yetmedi zaten. 

Direkleri tel örme bir Amerikan zırhlısının yanın­dan geçiyoruz. Kızkulesi dolaylarında. Beşiktaş önlerin­de, Boğazın büklümlerinde kımıldanacak yer yok. İs­tanbul denizinin üstü, dretnotlarla, kruvazörlerle, torpi­dolarla, alaca bulaca boyanmış taşıt gemileriyle tıklım tıklım,. Bu düşman, bu hor görücü, bu kurşunî çelik ka­labalığını kaç kere seyrettim içim öfkeden burkularak. Ama şimdi onlara kendime güvenerek bakıyorum. İstan­bul denizinin içinde, dibinde, kefaldan, uskumrudan, torikten çok denizaltının kaynaması da umurumda de­ğil, Anadolu’ya gidiyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya.

Başüstü ambarında, güverte yolcularının çıkınları, sepetleri, sandıkları, çoluklu çocuklu, kadınlı, erkekli fakir kalabalığı arasındayım. Şehrime bakıyorum. Onun bir semtine, bir girintisine, çıkıntısına değil, tümüne ba­kıyorum. Biliyorum: şimdi orda, kışlaların, silah depo­larının önlerinde İngiliz Ordusundan İskoçyalılar, Yeni ZelandalıIar, Hintliler çifter çifter nöbet tutuyor. Kukla askerlerin el ayak hareketleriyle birbirlerine yaklaşıyor, sonra bir anda geri dönüp birbirlerinden uzaklaşıyor, sonra tekrar birbirlerine yaklaşıp yüz yüze geliyorlar. Biliyorum, bu nöbet usulü işimize çok yarıyor. Nöbetçi­ler birbirlerine sırtlarını dönüp uzaklaşınca bizimkiler üstlerine atlıyor, geceleri elbette, herifleri temize havale edip depoya dalıyorlar. Nöbettekiler Hintlilerse, hele müslümanları, bıçağa filan lüzum yok, gık demeden tes­lim oluyor adamcağızlar, yardım bile ediyor kimi kere. Biliyorum: Denizcisini, piyadesini, topçusunu, Fransızını, İngilizini, Amerikanını, Italyanını, Yunanlısını, Ma­dagaskarlısını, Avusturyalısını, camlarımızı kırdıkları, çocuklarımızı dövdükleri, kadınlarımıza saldırdıkları za­man öldürüyoruz.»

< «öldürüyoruz onları. Artık yalnız büyük İstanbul’ un değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bile, yalnız geceleyin değil, gündüzün bile tek başlarına dolaşmak­tan korkuyorlar. Biliyorum: bu korku onları bir kat da­ha zalimleştiriyor. Padişahın polisiyle işbirliği edip ev­lerimizi basıyor, insanlarımıza karakollarında işkence ettikten sonra, sağ kalanlarını Afrika çöllerine, okya­nuslarda kaybolmuş adalara sürüyorlar. Biliyorum: on­lar bir kat daha zalimleşiyor, onları öldürüyoruz, silah kaçırıyoruz Anadolu’ya, ama onları öldürenlerin, silah kaçıranların arasında ben yokum. Ne öldürmesini bece­rebiliyorum, ne de .silah kaçırmasını. Bundan dolayı ay­nı gazetede çalıştığımız —ben arada bir şiir yayınlıyor­dum— Yusuf Ziya, bana Anadolu’ya geçmeyi teklif edince sevinçten deliye döndüm.» 

16 Nisan 2020 Perşembe

IIl. NÂZIM HİKMETİN İLK ŞİİRLERİ


Şairin 1916, 1917 yıllarına ait şiirlerini bilmiyoruz. 1918 yılında yazdıklarının başlıkları şunlar:
1                — Bence sen de şimdi herkes gibisin
2                — Denize
3                — Beklerken
4                — Fırtınadan sonra
5                — Samiye’nin kedisi
6                — O gece deniz
7                — Kutup Yıldızı
8                — ölümün sırrı
9                — Bir kış
10             — Bir hatıra
11             — Viran Diyar
12             — Yıllar geçti yârdan hâlâ gelmedi haber
13             — Bir hayal aradım meyhanelerde
14             — Rübap
15             — İntizar
16             — Hak yolları
17             — Rü— Bir gurup
18             — Hayal yolları
19             — Mütareke geceleri
Nâzım Hikmet’in Haziran 1919’dan başlayarak yaz­dığı şiirler 17 yaşm çocukluk döneminden çıkış sürecim­de çevresindekilerin ilgilerini, üzüntülerini, acıma duy­gularım ve savaşın ölüme yol açan, aileleri perişan eden sonuçlarını öncelikle şiire geçirmeye önem verdiğini gösteriyor. Yaralılara duyduğu sevgi, şehitlere besledi­ği saygı belirgin şekilde görülüyor. Bu dönemdeki şiir­lerinin başlık ve tarihleri şöyle açıklandı (Nâzım, Aydın Aydemir):
1                — Küçük Düşüncelerimden I, (Haziran 1919)
2                — Küçük Düşüncelerimden 3, (Ağustos 1919)
3                — Yalnız (Ağustos 1919)
4                — Acılarımdan (1919)
5                — Onlara (1919)
6                — öldükten sonra (Aralık 1919)
7                — Kırmızı Gül (Aralık 1919)
8                — Ona (1919)
9                — Düğün Hediyesi (1919)
10             — Görmedim kulunun bahtiyarım (1919)
11             — Bir göğüs verdikti şen rüzgârlara
12             — Günahlarımdan (1919)
13             — Giden gemicilere (1919)
14             — Arkandan (1919)
15             — Yine akşam oldu (1919)
18             — «Muhacirlerden» bazı parçalar (1919)
17             — Şair (1919)
18             — Denizler arzuya en fena pusu
19             — Yarabbi bahtımız ne kadar kara (1919)
— Artık bu gezmekten dönelim geri (1919)
Kadıköy’de Göztepe’de oturdukları sırada karşı ev­de çıkan bir yangını Nâzım dehşetle izliyordu. Yangının çıkarttığı sesler, uzayan kızıl alevler, çatırdayan direk­ler şiirle dolu bir ortamda yetişen Nâzım Hikmet’in 13 yaşındaki duygularını son derece etkiledi. Hele yangı­nın verdiği korku ile o evde çırpman çocukları görme­si, haykırışlarını duyması:
20             «Ya rabbi, bizi kurtar» seslerinin yanıklığı Nâzım’ı adamakıllı üzdü. Kardeşine bir yandan teselli verir, «korkma Samiye» derken, yangını söndürme çalışmala­rına kakılanlar Nâzım’ların da evi boşaltmaları gerekti­ğini söylemişler. Celile Hanım, yanan evle aralarındaki mesafenin genişliği nedeniyle evi tümüyle boşaltmayı gereksiz gördü, ama çocukları ön odadan aldı, arka bah­çeye çıkardı. Nâzım o gün (6 Aralık 1330) 3. şiirini yaz­dı: — Tesadüf (1919)
21             — Yeşillenmeyen dallar (1919)
22             — Bir Fikir (1919)
Nâzım Hikmet’in 1920 yılında yazdığı şiirlerden bi­linenleri sırasıyla şunlardır:
16             — Küçük düşüncelerimden (Aralık 1920)
17             —- Akşam hisleri (1920)
18             — Gecelerimden (1920)
19             — Bir gece (1920)
20             — Gençlik (1920)
Nâzım Hikmet’in ilk şiirini yazdığı Temmuz 1913’ te Nâzım’ı şiire iten neydi? Ve de niçin Feryad-ı Vatan başlığını kullanıyordu? Osmanlı imparatorluğunun o günlerdeki durumu­na bir göz atalım:

Osmanlı imparatorluğunun Balkanlarda Almanya1’ nın yanını tutması gizlice sağlanmışsa da bu bağlantı duyulmuş ve Bulgaristan krallığı geniş toprakları sınır­ları içine alma arzularını açıklama cesaretini göstermiş­ti. Osmanlı imparatorluğu tasfiye edilmek üzere bulu­nuyordu. Boğazlar nedeniyle büyük önem taşıyan 21 milyon nüfuslu bir devlet durumuna gelen Osmanlı top­rakları Almanya’nın iştahını kabartıyordu. Jön Türk ihtilali ise Enver Paşa’yı diktatör durumuna getirmişti. Türk ordusunun yönetim ve işleyişi için Almanya’nın planlar yaptığı, Liman Von Sanders’i İstanbul’a gönder­meyi tasarladığı sıralarda Nâzım Hikmet kaleme sarıl­mış, daha 3.7.1913’te (20 Haziran 329) Feryad-ı Vatan’ı yazmıştı. Nâzım:

Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit ediyordu.

Bilinen şiirlerinden birisi de «Bir Bahriyelinin ağ­zından» başlığını taşıyordu. 16 Aralık 1914’te (3 Kânu­nuevvel 1330) da yazılan şiirde:

Ölüm karşımızdadır an be an
Vatan uğrunda ederiz fedayı can

diyor ve bir deniz askerinin duygularını dile getiriyor­du. Üç gün sonra da baba evinde karşılaştığı yangın üzerine 19 Aralık 1914 günü (6 Kanunuevvel 1330) şiir yazma hevesi kamçılanıyordu.İlk kez bir yangın görü­yordu. Nâzım bu şiirini yazdıktan sonra hep bu stilde beş yıl kadar daha şiir denemeleri sürdürdü. Şiirleri, yaşa­dığı toplumu çerçeveleyen olaylar ve kişiler hakkında oluyordu. O günkü ortam şöyleydi:
Dünya kana bulanmak üzereydi; Savaş tehditleri yaygınlaşıyor, Avrupa, büyük bir savaşa gebe bulunu­yordu. Devlet başkanlarının tehditleri, galip gelecekle­rini ilan eden nutukları etrafa dehşet saçıyorken Nâzım, galip gelmenin büyüklük, yenilmenin küçüklük sayıl­dığı anlayışı içindeydi. Onun için de Birinci Dünya Savaşı’nm sonuçlarının anlaşıldığı. 1919 yılında Nâzım’m yazdığı bir şiirin ilk dörtlüğü şöyleydi:

Galipleri herkes sever
Mağluplardan nefret eder
Haklı haksız olsun mağlup
Yine herkes nefret eder.

Celile Hanım, Hikmet Bey’in çapkınlıklarından bık­tığı için ayrılmış (1917), Nâzım’ın bütün ısrarları kâr etmemiş ve beklenen son gelip çatmıştı. Bu ayrılık Nâzım’ı üzdüğü kadar küçük kız kardeşi Samiye’yi de pe­rişan etmişti. Sık sık odaya kapanıyor, ağlıyor ve 18’in deki ağabey, kız kardeşini teselli için çırpmıyordu. Samiye kardeşin bu durumu, Nâzım’a bir şiir ilham et­mişti:

İri damlalarla dolu gözleri
Her gece sofrada kardeşim neden
Sarıyor koluyla boş kalan yeri
«Hep onun» yüzünü biz düşünürken?

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nu perişan ediyordu. Almanlar safında savaşa girme, bü­yük felâketleri davet eden bir karar olmuştu. Nitekim 2 Kasım 1914’te Çarlık Rusyası, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açmış, 3 Kasımda İngiliz Donanması Çanak­kale boğazına dayanmıştı. 5 Kasım 1914’te Müttefik Devletler Bloku, İmparatorluğa savaş ilanını tamamla­mışlardı ve böylece Almanya, Avusturya - Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu grubuna (İtilaf Devletleri’ne) dahil 24 devlet savaş açmış bulunuyor­du.

 Osmanlı İmparatorluğunun askerleri üç kıtaya ya­yılmıştı. 9 ayrı cephede savaş veriliyordu. Ama, düşman­lar güçlü idi; beraber savaşılan ordular süratle yenik düşüyordu. Nihayet yenilgiler. İttihat ve Terakki Fır­kası Hükümetini 30 Ekim 1918’de Mondros Mütareke­sini imzaya mecbur etti. Ertesi gün Mondros Mütareke­sine imza koyan devlet adamları, savaş silahlarının su­sacaklarını beklerken İngiliz generalleri elde kalan top­rakları işgal için planlar hazırlamaya koyulmuşlardı. 23 Kasım 1918’de 55 parçadan oluşan müttefik savaş gemileri İstanbul limanına demir attılar.

Ayrıca İngilizler her yerden işgale kalkışmış ve 13 Nisan 1919’a kadar Batum’u, Antep’i, Trablus’u, Konya Istasyonu’nu, Maraş’ı, Bilecik’i, Urfa’yı, Kars’ı işgal et­mişlerdi, Samsun’a, Merzifon’a da asker çıkarmışlardı. Öte yandan Fransızlar Dörtyol’u, Adana’yı, Mer­sin’i, Çiftehan’ı, Afyonkarahisar’ı işgal etmiş ve bu böl­gelerde 16 Nisan 1919’a kadar süren işgal eylemi büyük nefret uyandırmıştı.
İtalyanlar Antalya’yı, Kuşadası’nı, Fethiye, Bodrum ve Marmaris’i işgal etmişlerdi. Ayrıca Konya ve Akşe­hir’e kuvvet gönderilmişti. Yunanlılar, Fransızların ken­dilerine bıraktıkları Uzunköprü - Hadımköy demiryolu­nu tutmuşlardı. Aydın Demiryolu da İngilizlerle Fran- sızlar tarafından ortaklaşa denetim altına alınmıştı.

Bu facialar, yurdunu ve ulusunu seven herkesi ma­teme boğmuş, saldırganlara karşı çıkma duygularını kamçılamıştı. Böyle bir felâket döneminde eli kalem tutanlardan bir kısmı istilacılara alkış tutarken; bir kıs­mı gönülden, aşktan ve sevdadan dem vururken; Nâzım işgal altında kalan şehirlerin acısını iliklerine kadar du­yuyordu. Ne var ki mevcut gazete ve dergilerin tümü iş­galcilere karşı koyan yazarların, gazetecilerin elinde değildi, hatta çoğunluk sus pus olmuştu. Bu arada bazı şairler ve edebiyatçılar kendi aralarında para toplaya­rak yeni bir aylık dergi çıkarmaya karar verdiler. Böy­lece adı Vâlâ Nureddin tarafından konulan Birinci Ki­tap,, ikinci Kitap gibi her ay sayısı birbirini izleyen bir edebiyat odağı oluşturuldu (Bu Dünyadan Nâzım Geçti, 2. basım, s. 54). Bu yeni derginin yayın hayatına girdiği 1336 Ocak tarihinde (Nâzım Hikmet’in İlk Şiirleri, Ke­rim Badi, s. 18) Nâzım genç bir şairdi. /

Celâl Sahir, Halid Fahri Ozansoy ve Öteki hececi şairler, Kadıköy’de Şifa’dan Moda’ya kadar uzanan ak şam gezintileri yapıyor, olup bitenleri yorumluyor, ama hiç birisi bu faciaları yeren, imge ile olsun dile getiren ve karşı duyguları geliştiren şiirler yazmıyorlardı. Bu gruba Nâzım Hikmet, Mecdi Sadrettin de karışmıştı. Nâzım, o tarihlerde henüz ilk mısralarını yazıyor, fa­kat bu heveskârlık şiirlerinde bile kuvvetli bir heyecan seziliyordu» (Edebiyatçılar Geçiyor, H. F. Ozansoy, s. 64).
Nâzım Hikmet, İstanbul’da ulusal heyecanı yaşı­yor, istilacılara karşı ve de Avrupa’da, kendi araların­da imparatorluk hakkında karar vermeye kalkışan sö­mürücü ve istilacı devletlere karşı başlayan mücadele­nin içinde yer alıyordu.
13 Ocak 1920 Salı günü Sultanahmet meydanında yapılan mitingde Nâzım Hikmet konuşma kürsüsünün yanma kadar sokulmuştu. Kadıköy’de de dağıtılan bir beyanname cebinde duruyordu. Bunda şöyle deniyordu:

 «Memleketimizin mukadderatı hakkında Avrupa’ da kararlar verilirken İslam ve Türk payitahtından (Başkentinden) yükselecek hak sadasma iştirak etmek borcunu ödemeye geliniz. Tüccar, memur, esnaf ve ame­le, talebe ve muallim, bütün müslüman ve Türkler, Salı günü öğle namazından sonra Sultan Ahmet meydanın­da müslüman ve Türk varlığını izhar için toplanacak­lar, kararlarını verecekler, haklarını isteyeceklerdir.

Yarın Sultan Ahmet’te miting var!
Müslümanlar, her türlü mazerete rağmen mutla­ka geliniz!»

1337 (1921) yılının Ocak ayı, Nâzım’m yaşamında, şiir anlayışının gelişiminde etki yapan akışın başlangıcı olur. Nâzım, Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesine katılmak için arkadaşı Vâlâ Nurettin’le bir­likte yola çıkmıştır. İnebolu şiiri bunu anlatır:

İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu, öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu ilçe sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı.
Evleri birbirine giren şehrin içinde.

Nâzım Hikmet Ankara’da ve Anadolu’da yaşadığı aylarda itilaf devletlerinin İstanbul’u işgal faciasının Birinci Yıldönümünde yurtsever duygularını mısralara aktarmış, bu şiiri de Anadolu’da Yeni Gün gazetesi­nin birinci sayfasında yer almıştır. O günkü Yeni Gün’ ün birinci sayfasında Fatih, Sultanahmet, Yeni Cami ve Valide Sultan camilerinin resimleri ile Fatih Sultan Mehmed’in resimleri de yer almıştı. Ayrıca Nedim’den, Nefi’den, Ali Ekrem, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Hüse­yin Suat, Necmettin Sahir, Abdiilhalim Çelebi, Muhiddin Baha gibi ünlü kişilerin şiirleri de yayınlanıyordu. Nâzım Hikmet’in 16 Mart şiiri «Adalı Haydut’a» hita­ben yazılmıştı. (Kerim Sadi, a.g.e., s. 120-121).


15 Nisan 2020 Çarşamba

PREPARATUVAR’DA

İlkokulu başarıyla tamamlayan Nâzım’ı Galatasa­ray Sultanisi’ne verdiler. Anne, oğlunun iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, Nâzım Paşa, kendi adını taşı­yan torununun en iyi öğrenimi yapması için Galatasa­ray’ı en iyi okul olarak görüyor. Nâzım da Göztepe’den ayrı bir çevrede yeni arkadaşlar edinerek okuyacağı için Galatasaray’ı seve seve kabul ediyordu. 

Galatasa­ray Sultanisi’nin 3. Preparatuvarı’na yazılan Nâzım, bu hazırlık sınıfında kaşını gözünü yara yara Fransızcaya kendini verdi. Dersleri sevdi ve bunun sonucu olarak da sınıfım geçti. Ne var ki, savaş yıllarının sıkıntıları da artınca da­ha az masraflı bir okula devamı gerekti Nâzım’ın. Bu nedenle kaydı Nişantaşı Sultanisi’ne aktarıldı. 

Nâzım Hikmet, derslerinden çok, yurdun içine dü­şürüldüğü durumla iyiden iyiye ilgilenmeye başladı. Zaten her yerde 1914 Temmuz: bunalımının sonuçları konuşuluyor, Alman birliklerinin küçük Belçika toprak­larından geçmesine izin isteyen ültimatonu reddetme­si büyük bir cesaret olarak tanımlanıyordu. Ağustos 1914 başlarında uydurma bahanelerle Almanya’nın Fran­sa’ya savaş açması herkesi gelecek günlerin getireceği acı sonuçlar üzerinde durmaya zorluyordu. Nâzım Hik­met’in çevresinde de konuşulanlar hep aynı konulardı. 

Bu arada Osmanlı imparatorluğu Almanya tarafını tut­mayı gizli görüşmelerle kararlaştırırken, Enver Paşa da Büyük. Britanya İmparatorluğuna tarafsızlığı korumak hususundaki resmî görüşü yineliyordu.

Bir taraftan Rusya’da bolşeviklerin güçlendiği ha­berleri geliyor, fakat Çarlık Rusyası da (Petrograt Hü­kümeti) Boğazlar sorununu ortaya atıyor, Fransa ile İngiltere’nin görüşlerini öğrenmeye çalışıyordu. Orta Avrupa devletlerinin 6 Ekim’de Bulgaristan’dan yardım sağlayarak Sırbistan’a saldırması, 1915 yılında Antant devletlerinin başarısızlıklarını, karşılaştıkları felaketle­ri arttırdı.

İşte bu, savaş, yenilgi, saldırı dünyasında Nâzım Hikmet daha yakın plândaki savaşa kendini verdi: 3 Kasım 1914’te Ingilizlerin Seddülbahir ve Kumkale tab­yalarına saldırısı ciddi tehlikeler yarattı. Hele 18 Mart 1915’te 16 savaş gemisinin Boğâz’a girerek bütün tab­yaları ateşe tutması pek çok şehit vermemize yol açtı. Bu şehitler arasında Nâzım Hikmet’in dayısı Mehmet Ali de vardı. Mehmet Ali’nin şehadet haberi alındıktan sonra Nâzım Hikmet «Şehit Dayıma», «Benim Dayım», «Şehit Dayıma Mabaat», yine «Şehit Dayıma. Mabaat» başlıklı manzumeler yazdı (Haziran 1915). 

Vatansever duygularla yazdığı şiirlere fazla vakit ayırdığı için Nişantaş Sultanisinde, ilk yılın başarısını sürdüremedi. Sı­nıfı orta ile geçti. Bir gece Hikmet Bey, Bahriye Nâzın Cemal Paşa’nın kendilerini ziyarete geleceğini bildirdi. Evde adam­akıllı bir hazırlık yapıldı. Cemal Paşa hem Bahriye Nâ­zırı, hem de İkinci Ordu Kumandanıydı. Osmanlı - Al­man anlaşmasını imza etmiş ve ünü her tarafta «Büyük Cemal Paşa»ya çıkmıştı. 

1909’da Üsküdar Mutasarrıf­lığı sırasında Çukurova’da çıkan Ermeni isyanını bas­tırmak için oraya gönderilmiş, Adana Valiliğini başarıy­la yaptığı görülünce Bağdat Valiliğine atanmıştı. Bu sırada Balkan savaşı başlamış ve İstanbul’a dönmesi ge­rekmişti. Ancak burada hastalanmış ve İstanbul’da kal­mıştı. Bu sırada Mehmet Nâzım Paşa da Sivas Valisi iken azledilmiş (1910), Nâzım Paşa da İstanbul’a gelmiş, Üs­küdar’a yerleşmişti. 

Cemal Paşa ile arkadaşlığı sırasın­da hemen hemen aynı illerde görev almış olmanın ver­diği bîr anılar birliği, vatanseverlik duyguları, sanat ve edebiyata olan eğilimleri iki paşayı birbirine çok yaklaş­tırmıştı.

Bahrîye Nâzırı olunca aile dostluğunu sürdürmüş­lerdi. İşte Matbuat Umum Müdür yardımcısı olan Hik­met Bey’i ziyaret edecek, biraz ahvali âlemden rahatça söz edeceklerdi. Hikmet Beyler’in evine girince Cemal Paşa’nın elini öpenler arasında Nâzım Hikmet de vardı. Cemal Paşa, Nâzım’m yuvarlak mavi göz bebeklerinden zeka fışkırdığını görünce sordu:

«Nâzım oğlumuz nereye devam ediyor?»
Hikmet Bey hemen:
«Nişantaşı Sultanisine paşa hazretleri» dedi.
Cemal Paşa sorusunu devam ettirdi:
«Bari derslerinden iyi numara alıyor mu?»
Celile Hanım söze karıştı:
«Maşallah yavrumun âferinleri, tahsinleri eksik ol­muyor. Derslerine pek bağlı paşam.»

Hikmet Bey ekledi:
«Şiire de merakı var paşam, dedesine çekmiş.» Cemal Paşa, Nâzım’m şiirlerinden okumasını iste­di ise de Nâzım çekindi, utandı, bir türlü şiirlerinden bi­rini olsun okumadı. Paşa’nın ısrarı üzerine, Hikmet Bey, Nâzım’m son şiirlerinden birini okudu. Bu Bahriye Nâ­zırı Cemal Paşa’nın da hoşuna gidecekti. Zira başlığı Bir Bahriyelinin Ağzından’dı. Hikmet Bey şiiri okumaya başladı:


Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz.
Bize derler Turgutoğlu 
Yakarız yıkarız biz cihanı,
 ölüm karşımdadır an be an 
Vatan uğrunda ederiz fedayı can. 
Topumuzdan çıkan gülle Eder her tarafı tarümar 
Vatan uğrunda fedayı cana Benim gibi çok kişiler var.

3 Kânunuevvel 1330 tarihini taşıyan şiir milâdî tak­vime göre 16 Aralık 1914’de yazılmıştı. 

Cemal Paşa, bu duygulardan çok etkilenmişti:
«Hikmet Bey, dedi, desenize mahdum daha şimdi­den benim emrimde...»
Gülüştüler. Söz Nâzım Hikmet’in tahsiline geldi ve döne dolaşa, Nâzım Hikmet’in Bahriye Mektebi’ne nakli kararlaştırıldı. Bir şiir, Nâzım’m yaşantısında önemli bir değişikliğe yol açmış oldu.

Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın dürtüsü ile Nâzım, Bahriye Mektebi’ne verildi. Böylece Nâzım Hikmet, Hey­beli Ada’da disiplin içinde, üç ayda bir okuldan çıkabılen bir yaşantıya gömüldü. Başka sınıflarda kendisi gi­bi edebiyata, şiire merakı olanlarla tanıştı. Bunlar ara­sında Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) ve Necip Fâzıl (Kısakürek) da vardı.

BAHRİYE MEKTEBİ’NDE

Heybeliada’da okula yazılınca Nâzım’m numarası 962 oldu. Denizi zaten seviyordu. Deniz okulu öğrenci­si elbisesi de kendisine pek yakışıyordu... 
Okula yazıldığı yıl, «intizamsız» damgası yiyen Nâ­zım Hikmet 3. sınıfa geçtikten sonra düzenli bir öğrenci olmuştu. Okul idaresince «derece-i faaliyeti vasat, mes­leğinde istidadı ve kabiliyeti az» sayılıyor, fakat «intizamperver» notu da siciline işleniyordu. Mesleğe, karşı fazla bir ilgi duymayan Nâzım’m «Akaid ve Tabiiyyat» derslerine çalışması, bu dersleri sevmesi bir yılda iki kez takdirname alması sonucunu veriyordu. Başarısı yüzün­den sınıfça adada yapılan gezintiden sonra Okul îdaresi’nin düzenlediği Mükâfat Sofrası’na davet ediliyor, orada yemek yiyor ve pek çok öğrenciyi kıskandırı­yordu.


OKULDAN VE MESLEKTEN AYRILIŞI

Nâzım, öğrenimini bitirmiş, stajyer güverte subayı olarak göreve başlamıştı. Okuldayken öğretmeni şair Yahya Kemal’in, annesinin peşini bırakmadığını, ona şiirler yazdığını duymuş ve bu söylentiden çok üzül­müştü. Nöbetçi subayı olduğu bir gün, bir arkadaşı ay­nı söylentiyi Nâzım’a anlatmış, ikide birde bunun arka­daşlarınca kendisine anlatılmasından yine sinirleri bo­zulmuştu. Gece Nöbetini, dondurucu bir soğukta güver­tede geçirdi, hem görev yerinde kalıyor, hem de söylen­tilerle ilgili derin düşüncelere dalıyor, ayazın sağlığını tehdit ettiğinin farkına varmıyordu. Gece boyunca Yah­ya Kemal’in annesiyle ilişkisine çözüm arayıp durmuştu. Ama nafile!.. 

Hikmet Bey çapkınlıktan vaz geçmiyor, Celile Hanım da bu kadar alımlı, güzel, bilgili ve eşine sadık olduğu halde Hikmet Bey’in kendisini bir türlü sevmemesinin nedenini anlayamadığı için ayrılmayı hiç hatırından çıkarmıyordu. Çıkarmıyordu ama, bu karı koca anlaşmazlığı da Nâzım’ı yiyip bitiriyordu. İşte bu ayaz gecede Nâzım, yine cezalanmayı göze alarak baba - anne bağının sürdürülmesi için çareler aramış, ama ci­ğerlerini adamakıllı üşütmüştü. Yatakhaneye girdikten sonra bütün gece öksürüp durmuştu.

...Kısa bir muayeneden sonra revire götürüldü. Kısa bir tedavi ile iyileşeceği anlaşılarak Merkez Hastanesi­ne yatırıldı. Kışın soğuk gecelerinden birinde ayaz ye­miş olması ve vaktinde tedaviye alınması Nâzım’ın kı­sa bir süre içinde iyileşmesine neden oldu. Birkaç ay sonra bitirme sınavları yapıldı ve Nâzım, özellikle akaid ve tabiiyat derslerinde başarı göstererek stajyer güverte subayı çıktı.

Bu sırada Hikmet Bey’le Celile Hanım bitip tüken­mek bilmeyen geçimsizlikten bıkmışlar ve ayrılmışlar­dı. Nâzım bunu haber alınca bir hayli üzülmüş, sorum­lu olduğu gemide sırtını poyraza vermiş, yine hayale dal­mış, bu kez ciğerler, adeta fırsat kollarcasına hemen so­ğuk almış ve bir iki saat içinde Nâzım’ı yere sermişti.

ASKERLİĞE VEDA HASTALIĞI

Nâzım, istirahatli olarak baba evinin kapısında anahtarı çıkardığı vakit hastalığın onu çok sevdiği de­nizcilikten alakoyacağını düşünüyor ve rengi daha da sararıyordu. Kapının açılması ile Nâzım’m yemek oda­sına girdiğini gören Hikmet Bey ve kızı Samiye adam akıllı telâşlanıyorlar. İşgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetleri subaylarıyla çatışması ihtimali hatıra geli­yorsa da yine de geliş nedeni soruluyor. 

...Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa, hem aile dostu, hem de gerçek bir hekim olarak Nâzım Hikmet’i ciddi bir muayeneden geçirdikten sonra işin veha- metini seziyor ve bir önleyici iğneden sonra:

«Nâzım’in yarın yine getirilmesi lâzım. Bazı laboratuvar tahlilleri yaptıracağım.» diyor.
Hikmet Bey, kuşku içinde oğlunu evine götürüyor, ilaçlarını vaktinde alma tembihleri ve Nâzım dinleni­yor... Hastalık, zatülcenptir. Ciğerler su top­lamıştır.

Nâzım Hikmet iyileştikten sonra iki ay da yatakta istirahat izni alıyor. Bu iki ayı evinde tedavi ile geçiren Nâzım, Mart 1921 başlarında yine hastaneye giderek muayene oluyor. Nâzım’da belirgin bir iyileşmeye rast­lanmıyorsa da hayatî tehlike atlatılmış olarak saptanı­yor. Fakat Nâzım, bir hayli kilo kaybetmiş, takattan düşmüş bulunuyordu. 

Nâzım Hikmet hakkında iç hastalık­ları uzmanının verdiği rapora bakılarak Nâzım hakkın­da son söz söyleniyor: Bu sağlıksız yapı ile deniz subayığı yapılamaz. Rapor Deniz Harbokulu Komutanlığına sunuluyor. Komutanlık da 17 Mayıs 1336’da (1920) Nâzım’ı sağlık nedeniyle «silk-i celil-i askerîyeden ihraç» ediyor. 


Sivil hayata dönen Nâzım Hikmet, Birinci Dünya Savaşı yıllarında başladığı şiir denemelerine daha bü­yük bir ciddiyetle devam ediyor ve mütareke yıllarının bu «vatan şairi», bu niteliği ile Ankara’da kurulan millî hükümetin davetlisi olarak İstanbul’dan Anadolu’ya ge­çerek yaşamının yönünü değiştirmiş bulunuyor. Böyle­ce zatülcenp hastalığı, Nâzım’m bilinen gücüyle yaşa­masını sağlamış oluyor.

Nâzım, Bahriye Mektebinde okurken, adları basın hayatına geçen iki öğrenciyle de tanışmıştı. Bunlar Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) ile Necip Fazıl (Kısakürek) ’dı.
Bahriye Mektebinde Nâzım’la, Nizamettin Nazif birbirleriyle pek rakip olmamışlardı ama, Necip Fazıl, Nâzım’dan alt sınıflarda olduğu halde Nâzım’a «şair» de­nildiği için onu rakip sayardı. Bir iki kez karşılaşmış­lar ve şiir üzerinde tartışmışlardı (Yeni İstanbul, 15 Ha­ziran 1965). 

Şiirlerindeki üstünlük, hatta bir aralık Yah­ya Kemal’in, Nâzım’ın şiirleriyle ilgilenmesi Necip Fazıl’ da kıskançlık duygularını geliştirmiş, Nâzım’ı sevmez, beğenmez olmuştu.