İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu.
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı
Evleri birbirine giren şehrin içinde,
Ufuklar, genişledi önümüzde git gide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.
İNEBOLU Şiirinden
İstanbul işgal edilmiş (16 Mart 1920), Meclisi Me busan dağıtılmıştı. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali (8 Temmuz 1920),
Edirne’nin düşüşü (25 Temmuz 1920), Nâzım’a İki Hemşire, şiirini ilham
etmişti, ama aynı zamanda Anadolu’ya geçme arzuları da genç şairde uyanmaya
başlamıştı; zaten çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin de daha yaşlı şairlerle
memleketin durumunu görüşüyor, kendilerine düşen işin ne olması gerektiğini araştırıyordu.
Bir karara varacaklarsa bu kararı Nâzım’a da açacak, onu da yanma alacaktı.
Adnan Adıvar - Halide Edip Adıvar |
Anadolu’ya geçenler, Ankara’da yeni milli mücadelenin zafere ulaşması için kendilerine düşeni yapıyorlardı. Ankara’ya,
İstanbul’dan ya kara yoluyla, ya da deniz yoluyla Anadolu topraklarına ayak
basarak varılacaktı. Bu iki yol da birçokları tarafından denenmiş ve başarıya
ulaşmıştı, örneğin Yunus Nadi karayoluyla Ankara’ya gitmiş, «Anadolu’da Yeni
Gün» gazetesini kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında yeni hareketin
içinde ön planda görülen Yunus Nadi, aynı zamanda Anadolu’ya daha sonra
geçenlerin önemlilerini karşılayanlar arasında da yer almıştı. Nitekim
Nazım’ların Ankara’ya geçmesini isteyen Halide Edip ve Adnan Adıvar’ın da
içinde bulunduğu kafile 30 Mart 1920 akşamı Geyve’ye varmıştı. «Geyve
istasyonuna heyeti getiren direzinlerde ötekine hoş geldin, berikine safa
getirdin derken» Yunus Nadi, Halide Edip Hanımın ancak hayalini şöyle uzaktan
görebilmişti. Fakat, ertesi sabah kuşluk vakti epeyce kalabalıklaşan kafilede
Halide Edip Hanım, Dr. Adnan Adıvar, o zamanki Trabzon Mebusu ve sonra Peşte
Sefiri olan Hüsrev Bey (Gerede), sonra İçişleri Bakanı olan Sami (Baykurt)
Bey, İstanbul Mebusu Ali Rıza Bey, Hüsrev Bey’in kardeşi Besalet Bey, sonradan
İzmit Mebusu olacak olan Fuat Bey vardı. (Ankara’nın ilk günleri, Yunus
Nadi, s. 76)
1920’nin Nisan ayının 4. ve 5. günleri akşamları
Mustafa Kemal Paşa ve sofrasında bulunanlar İstanbul’dan gelecek olanları,
gelmelerinde yarar bulunanları saptamaya çalışmıştı (a.g.e., s. 94).
Gelmelerinde yarar görülenler listeye geçirilmiş, ya kendilerine, ya da
kendilerine sözü geçecek olanlara 6 - 7 gün içinde bildirim yapılması yolu
seçilmişti. Kasım sonlarında İstanbul’daki bazı şairlere Halide Edip Hanım
haber göndermiş ve Nâzım Hikmet’in Ankara’ya geçmesinin sağlanmasını
istemişti. Zaten Vâlâ Nureddin de aynı konuyu kendiliğinden inceliyor ve Nâzım
da bu isteğin kök salıp salmadığına bakıyordu.
Sonunda Vâ - Nû’lardan yaşlı şairler
yalnız Vâ - Nû’ nun ve Nâzım’m değil, Faruk Nafiz’le Yusuf Ziya’nın da
Anadolu’ya geçmesini planlamışlardı.
Bu olayı Vâlâ Nureddin ünlü yapıtında (Bu Dünyadan
Nâzım Geçti, 2. basım, s. 48 ve devamı) şöyle anlatır:
«İstanbul’dan İnebolu’ya gidişimiz şöyle olmuştu:
Bizden yaşlı şair arkadaşlar bu kaçışı tertipliyorlar.
İstanbul Polis Müdiriyetindeki millici polisler, bizlere birer geçiş tezkeresi
veriyor. Sahte isimlerle, sahte mesleklerle... Meselâ ben, gûya yumurta
tüccarı imişim. Ve yol paramızı Sirkeci’de dişçilik yapan Şevki isminde bir zat
sağlıyor. Bu zatın yüzünü önce de, sonradan da asla görmedik.
Ben gideceğimi aileme açıklıyorum. Nâzım açıklayamıyor.
Bu sebeple hiç tedariki yok. Yalnız, eniştesi bir dürbün hediye etmiş, onu
satıyor, parasını cebine koyuyor. Randevu yeri olan Cenyo’ya (Galata
köprüsünün tam yanında, Haliç yönünde Avrupa tipi bir birahaneydi. Yere
batakçaydı) elini kolunu sallayarak eşyasız geliyor. Yahut bir gazeteye paket
edilmiş çamaşırlar.. Sırtında kadife yakalı gri bir pardesü, başında püskülsüz
fes... Ayağında topuğu yenik ayakkabılar. Ve sırtında birkaç yıl evvel hazır
alınmış, küçülmüş bir palto, 1920 yılının son gecesini Sultan Mahmud Türbesinin
yanındaki Mahmudiye Oteli’nde geçirmiştik. 1921 yılının ilk günü Sirkeci
rıhtımından kalkan çok eski, çok küçük ‘Yeni Dünya’ vapuruna dört hececi şair
yani bizden başka Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz binecektik. Vakit gazetesi sahibi
Hakkı Tarık ile tarih hocası Emin Ali ve kardeşim Faruk Vâ-Nû, grubumuzu
geçirmeye gelmişti.»
Emin Ali, Mütarekeden sonra İstanbul’da ilk kurulan
Millî Teşkilât içinde eli kalem tutan Piyade Yüzbaşısı idi. Nâzım’ı tezkiye
etmişti.
Yeni Dünya vapuru, bu kez de önemli görevlerinden
birini yerine getiriyordu. Gemi, genellikle Karadeniz limanlarına yük ve yolcu
taşıyordu. Azerbaycan’a gitmek isteyenler de Yeni Dünya gemisine biner, Trabzon’da
iner, ordan başka araçla Batum’a devam ederlerdi. örneğin Yeni Dünya gemisi
1920 Nisanında da bazı önemli yolcuları almış, İstanbul’dan kalkmış, 28
Nisan’da Trabzon’da olmuştu. Bunlardan kamador Naz- mi Bey, Hasip Paşazade Ulvi
Bey verilen ulusal görevi yerine getirmek için Azerbaycan’a geçme yolunu izlemişlerdi.
Şimdi de Anadolu’ya geçmek isteyen şairleri taşıyordu. Yeni Dünya gemisi...
Şairler, özellikle Nâzım Hikmet, işgal altındaki İstanbul’da
karşılaştığı yabancı subaylara selam vermemek için yan sokaklardan gitmiş;
zatülcenp hastalığına yakalanmasına yol açan ihmaller yapmış ve Bahriye subayı
iken ordudan ayrılmıştı. Şimdi kan ağlayan Anadolu’ya geçmek ve ulusal
kurtuluş için çırpınanlara yardım etmek istiyordu.
İstanbul’dan ayrılırken babasının iznini almamış,
hatta niyetini bile gizlemişti. 1 Ocak 1921 sabahı Sirkeci rıhtımından kalkan
Yeni Dünya’ya bineceğini bildiği için iki gün önce babasının masasına, babasına
ithaf ettiği Gençlik başlıklı şiirini bırakmıştı. Dört yıldır sınırlarda
kan dökenlerin o yaslı günlerinde kurtuluş için yükselen sesini gençliğin dile
getirmesini öğütlüyordu, şiirinde.
Nâzım Hikmet, şöyle anlatır İstanbul’dan ayrılışlarını;
«Vapura Sirkeci’den bindik. Karakuru,
yamyassı hir. vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onlara benziyor.
Kamaramıza girdik; duvarlarında hamam böcekleri dolaşıyor, daracık, cehennem
gibi de sıcak. Faruk Nafiz başını lumboza dayadı: İstanbul’u bir daha
görmeyecek miyiz? Gidiş var da, dönüş yok mu?’ diye ağladı.
Vapur uskur gümbürtüleriyle sarsılmaya başlayınca
güverteye çıktım. Yusuf Ziya’nm akrabası bize: ‘Karadeniz’e açılana kadar
kamarada kalın’ dediydi, ama uskur gümbürtüsü bana güven verdi. Sarayburnu’na,
köprüye, kurşun kubbelere, tığ gibi minarelere, Taşkış- la’ya, son kere, şöyle
doya doya bakmadan İstanbul’dan ayrılmaya da gücüm yetmedi zaten.
Direkleri tel örme bir Amerikan zırhlısının yanından
geçiyoruz. Kızkulesi dolaylarında. Beşiktaş önlerinde, Boğazın büklümlerinde
kımıldanacak yer yok. İstanbul denizinin üstü, dretnotlarla, kruvazörlerle,
torpidolarla, alaca bulaca boyanmış taşıt gemileriyle tıklım tıklım,. Bu
düşman, bu hor görücü, bu kurşunî çelik kalabalığını kaç kere seyrettim içim
öfkeden burkularak. Ama şimdi onlara kendime güvenerek bakıyorum. İstanbul
denizinin içinde, dibinde, kefaldan, uskumrudan, torikten çok denizaltının
kaynaması da umurumda değil, Anadolu’ya gidiyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya.
Başüstü ambarında, güverte yolcularının
çıkınları, sepetleri, sandıkları, çoluklu çocuklu, kadınlı, erkekli fakir
kalabalığı arasındayım. Şehrime bakıyorum. Onun bir semtine, bir girintisine,
çıkıntısına değil, tümüne bakıyorum. Biliyorum: şimdi orda, kışlaların, silah
depolarının önlerinde İngiliz Ordusundan İskoçyalılar, Yeni ZelandalıIar,
Hintliler çifter çifter nöbet tutuyor. Kukla askerlerin el ayak hareketleriyle
birbirlerine yaklaşıyor, sonra bir anda geri dönüp birbirlerinden uzaklaşıyor,
sonra tekrar birbirlerine yaklaşıp yüz yüze geliyorlar. Biliyorum, bu nöbet
usulü işimize çok yarıyor. Nöbetçiler birbirlerine sırtlarını dönüp
uzaklaşınca bizimkiler üstlerine atlıyor, geceleri elbette, herifleri temize
havale edip depoya dalıyorlar. Nöbettekiler Hintlilerse, hele müslümanları,
bıçağa filan lüzum yok, gık demeden teslim oluyor adamcağızlar, yardım bile
ediyor kimi kere. Biliyorum: Denizcisini, piyadesini, topçusunu, Fransızını,
İngilizini, Amerikanını, Italyanını, Yunanlısını, Madagaskarlısını, Avusturyalısını,
camlarımızı kırdıkları, çocuklarımızı dövdükleri, kadınlarımıza saldırdıkları
zaman öldürüyoruz.»
< «öldürüyoruz onları. Artık yalnız büyük İstanbul’
un değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bile, yalnız geceleyin değil, gündüzün
bile tek başlarına dolaşmaktan korkuyorlar. Biliyorum: bu korku onları bir kat
daha zalimleştiriyor. Padişahın polisiyle işbirliği edip evlerimizi basıyor,
insanlarımıza karakollarında işkence ettikten sonra, sağ kalanlarını Afrika
çöllerine, okyanuslarda kaybolmuş adalara sürüyorlar. Biliyorum: onlar bir
kat daha zalimleşiyor, onları öldürüyoruz, silah kaçırıyoruz Anadolu’ya, ama
onları öldürenlerin, silah kaçıranların arasında ben yokum. Ne öldürmesini becerebiliyorum,
ne de .silah kaçırmasını. Bundan dolayı aynı gazetede çalıştığımız —ben arada
bir şiir yayınlıyordum— Yusuf Ziya, bana Anadolu’ya geçmeyi teklif edince
sevinçten deliye döndüm.»