İlkokulu başarıyla tamamlayan Nâzım’ı Galatasaray
Sultanisi’ne verdiler. Anne, oğlunun iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor,
Nâzım Paşa, kendi adını taşıyan torununun en iyi öğrenimi yapması için Galatasaray’ı
en iyi okul olarak görüyor. Nâzım da Göztepe’den ayrı bir çevrede yeni
arkadaşlar edinerek okuyacağı için Galatasaray’ı seve seve kabul ediyordu.
Galatasaray Sultanisi’nin 3. Preparatuvarı’na yazılan Nâzım, bu hazırlık
sınıfında kaşını gözünü yara yara Fransızcaya kendini verdi. Dersleri sevdi ve
bunun sonucu olarak da sınıfım geçti. Ne var ki, savaş yıllarının sıkıntıları da artınca daha
az masraflı bir okula devamı gerekti Nâzım’ın. Bu nedenle kaydı Nişantaşı Sultanisi’ne aktarıldı.
Nâzım Hikmet, derslerinden çok, yurdun
içine düşürüldüğü durumla iyiden iyiye ilgilenmeye başladı. Zaten her yerde
1914 Temmuz: bunalımının sonuçları konuşuluyor, Alman birliklerinin küçük
Belçika topraklarından geçmesine izin isteyen ültimatonu reddetmesi büyük bir
cesaret olarak tanımlanıyordu. Ağustos 1914 başlarında uydurma bahanelerle
Almanya’nın Fransa’ya savaş açması herkesi gelecek günlerin getireceği acı
sonuçlar üzerinde durmaya zorluyordu. Nâzım Hikmet’in çevresinde de konuşulanlar
hep aynı konulardı.
Bu arada Osmanlı imparatorluğu Almanya tarafını tutmayı
gizli görüşmelerle kararlaştırırken, Enver Paşa da Büyük. Britanya
İmparatorluğuna tarafsızlığı korumak hususundaki resmî görüşü yineliyordu.
Bir taraftan Rusya’da bolşeviklerin güçlendiği haberleri
geliyor, fakat Çarlık Rusyası da (Petrograt Hükümeti) Boğazlar sorununu ortaya
atıyor, Fransa ile İngiltere’nin görüşlerini öğrenmeye çalışıyordu. Orta Avrupa
devletlerinin 6 Ekim’de Bulgaristan’dan yardım sağlayarak Sırbistan’a
saldırması, 1915 yılında Antant devletlerinin başarısızlıklarını,
karşılaştıkları felaketleri arttırdı.
İşte bu, savaş, yenilgi, saldırı dünyasında Nâzım
Hikmet daha yakın plândaki savaşa kendini verdi: 3 Kasım 1914’te Ingilizlerin
Seddülbahir ve Kumkale tabyalarına saldırısı ciddi tehlikeler yarattı. Hele 18
Mart 1915’te 16 savaş gemisinin Boğâz’a girerek bütün tabyaları ateşe tutması
pek çok şehit vermemize yol açtı. Bu şehitler arasında Nâzım Hikmet’in dayısı
Mehmet Ali de vardı. Mehmet Ali’nin şehadet haberi alındıktan sonra Nâzım
Hikmet «Şehit Dayıma», «Benim Dayım», «Şehit Dayıma Mabaat», yine «Şehit
Dayıma. Mabaat» başlıklı manzumeler yazdı (Haziran 1915).
Vatansever
duygularla yazdığı şiirlere fazla vakit ayırdığı için Nişantaş Sultanisinde,
ilk yılın başarısını sürdüremedi. Sınıfı orta ile geçti. Bir gece Hikmet Bey, Bahriye Nâzın Cemal Paşa’nın kendilerini ziyarete geleceğini bildirdi. Evde adamakıllı bir hazırlık
yapıldı. Cemal Paşa hem Bahriye Nâzırı, hem de İkinci Ordu Kumandanıydı. Osmanlı - Alman
anlaşmasını imza etmiş ve ünü her tarafta «Büyük Cemal Paşa»ya çıkmıştı.
1909’da Üsküdar Mutasarrıflığı sırasında Çukurova’da çıkan Ermeni isyanını bastırmak
için oraya gönderilmiş, Adana Valiliğini başarıyla yaptığı görülünce Bağdat
Valiliğine atanmıştı. Bu sırada Balkan savaşı başlamış ve İstanbul’a dönmesi gerekmişti.
Ancak burada hastalanmış ve İstanbul’da kalmıştı. Bu sırada Mehmet Nâzım Paşa
da Sivas Valisi iken azledilmiş (1910), Nâzım Paşa da İstanbul’a gelmiş, Üsküdar’a
yerleşmişti.
Cemal Paşa ile arkadaşlığı sırasında hemen hemen aynı illerde
görev almış olmanın verdiği bîr anılar birliği, vatanseverlik duyguları, sanat
ve edebiyata olan eğilimleri iki paşayı birbirine çok yaklaştırmıştı.
Bahrîye Nâzırı olunca aile dostluğunu sürdürmüşlerdi.
İşte Matbuat Umum Müdür yardımcısı olan Hikmet Bey’i ziyaret edecek, biraz
ahvali âlemden rahatça söz edeceklerdi. Hikmet Beyler’in evine girince Cemal
Paşa’nın elini öpenler arasında Nâzım Hikmet de vardı. Cemal Paşa, Nâzım’m
yuvarlak mavi göz bebeklerinden zeka fışkırdığını görünce sordu:
«Nâzım oğlumuz nereye devam ediyor?»
Hikmet Bey hemen:
«Nişantaşı Sultanisine paşa hazretleri» dedi.
Cemal Paşa sorusunu devam ettirdi:
«Bari derslerinden iyi numara alıyor mu?»
Celile Hanım söze karıştı:
«Maşallah yavrumun âferinleri, tahsinleri eksik olmuyor.
Derslerine pek bağlı paşam.»
Hikmet Bey ekledi:
«Şiire de merakı var paşam, dedesine çekmiş.» Cemal
Paşa, Nâzım’m şiirlerinden okumasını istedi ise de Nâzım çekindi, utandı, bir türlü
şiirlerinden birini olsun okumadı. Paşa’nın ısrarı üzerine, Hikmet Bey,
Nâzım’m son şiirlerinden birini okudu. Bu Bahriye Nâzırı Cemal Paşa’nın da
hoşuna gidecekti. Zira başlığı Bir Bahriyelinin Ağzından’dı. Hikmet Bey şiiri okumaya başladı:
Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz.
Bize derler Turgutoğlu
Yakarız yıkarız biz cihanı,
ölüm karşımdadır an be an
Vatan uğrunda ederiz fedayı can.
Topumuzdan çıkan
gülle Eder her tarafı tarümar
Vatan uğrunda fedayı cana Benim gibi çok kişiler
var.
3 Kânunuevvel 1330 tarihini taşıyan şiir milâdî takvime
göre 16 Aralık 1914’de yazılmıştı.
Cemal Paşa, bu duygulardan çok etkilenmişti:
«Hikmet Bey, dedi, desenize mahdum daha şimdiden
benim emrimde...»
Gülüştüler. Söz Nâzım Hikmet’in tahsiline geldi ve
döne dolaşa, Nâzım Hikmet’in Bahriye Mektebi’ne nakli kararlaştırıldı. Bir
şiir, Nâzım’m yaşantısında önemli bir değişikliğe yol açmış oldu.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın dürtüsü ile
Nâzım, Bahriye Mektebi’ne verildi. Böylece Nâzım Hikmet, Heybeli Ada’da
disiplin içinde, üç ayda bir okuldan çıkabılen bir yaşantıya gömüldü. Başka
sınıflarda kendisi gibi edebiyata, şiire merakı olanlarla tanıştı. Bunlar arasında
Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) ve Necip Fâzıl (Kısakürek) da vardı.
BAHRİYE MEKTEBİ’NDE
Heybeliada’da okula yazılınca Nâzım’m numarası 962
oldu. Denizi zaten seviyordu. Deniz okulu öğrencisi elbisesi de kendisine pek
yakışıyordu...
Okula yazıldığı yıl, «intizamsız» damgası
yiyen Nâzım Hikmet 3. sınıfa geçtikten sonra düzenli bir öğrenci olmuştu. Okul
idaresince «derece-i faaliyeti vasat, mesleğinde istidadı ve kabiliyeti az»
sayılıyor, fakat «intizamperver» notu da siciline işleniyordu. Mesleğe, karşı
fazla bir ilgi duymayan Nâzım’m «Akaid ve Tabiiyyat» derslerine çalışması, bu
dersleri sevmesi bir yılda iki kez takdirname alması sonucunu veriyordu.
Başarısı yüzünden sınıfça adada yapılan gezintiden sonra Okul îdaresi’nin
düzenlediği Mükâfat Sofrası’na davet ediliyor, orada yemek yiyor ve pek çok
öğrenciyi kıskandırıyordu.
OKULDAN VE MESLEKTEN AYRILIŞI
Nâzım, öğrenimini bitirmiş, stajyer
güverte subayı olarak göreve başlamıştı. Okuldayken öğretmeni şair Yahya
Kemal’in, annesinin peşini bırakmadığını, ona şiirler yazdığını duymuş ve bu
söylentiden çok üzülmüştü. Nöbetçi subayı olduğu bir gün, bir arkadaşı aynı
söylentiyi Nâzım’a anlatmış, ikide birde bunun arkadaşlarınca kendisine
anlatılmasından yine sinirleri bozulmuştu. Gece Nöbetini, dondurucu bir
soğukta güvertede geçirdi, hem görev yerinde kalıyor, hem de söylentilerle
ilgili derin düşüncelere dalıyor, ayazın sağlığını tehdit ettiğinin farkına
varmıyordu. Gece boyunca Yahya Kemal’in annesiyle ilişkisine çözüm arayıp
durmuştu. Ama nafile!..
Hikmet Bey çapkınlıktan vaz geçmiyor, Celile Hanım da
bu kadar alımlı, güzel, bilgili ve eşine sadık olduğu halde Hikmet Bey’in
kendisini bir türlü sevmemesinin nedenini anlayamadığı için ayrılmayı hiç
hatırından çıkarmıyordu. Çıkarmıyordu ama, bu karı koca anlaşmazlığı da Nâzım’ı
yiyip bitiriyordu. İşte bu ayaz gecede Nâzım, yine cezalanmayı göze alarak baba
- anne bağının sürdürülmesi için çareler aramış, ama ciğerlerini adamakıllı
üşütmüştü. Yatakhaneye girdikten sonra bütün gece öksürüp durmuştu.
...Kısa bir muayeneden sonra revire
götürüldü. Kısa bir tedavi ile iyileşeceği anlaşılarak Merkez Hastanesine
yatırıldı. Kışın soğuk gecelerinden birinde ayaz yemiş olması ve vaktinde
tedaviye alınması Nâzım’ın kısa bir süre içinde iyileşmesine neden oldu. Birkaç
ay sonra bitirme sınavları yapıldı ve Nâzım, özellikle akaid ve tabiiyat
derslerinde başarı göstererek stajyer güverte subayı çıktı.
Bu sırada Hikmet Bey’le Celile Hanım bitip tükenmek
bilmeyen geçimsizlikten bıkmışlar ve ayrılmışlardı. Nâzım bunu haber alınca
bir hayli üzülmüş, sorumlu olduğu gemide sırtını poyraza vermiş, yine hayale
dalmış, bu kez ciğerler, adeta fırsat kollarcasına hemen soğuk almış ve bir
iki saat içinde Nâzım’ı yere sermişti.
ASKERLİĞE VEDA HASTALIĞI
Nâzım, istirahatli olarak baba evinin kapısında
anahtarı çıkardığı vakit hastalığın onu çok sevdiği denizcilikten alakoyacağını
düşünüyor ve rengi daha da sararıyordu. Kapının açılması ile Nâzım’m yemek odasına
girdiğini gören Hikmet Bey ve kızı Samiye adam akıllı telâşlanıyorlar. İşgal
altındaki İstanbul’da işgal kuvvetleri subaylarıyla çatışması ihtimali hatıra
geliyorsa da yine de geliş nedeni soruluyor.
...Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi
Paşa, hem aile dostu, hem de gerçek bir hekim olarak Nâzım Hikmet’i ciddi bir
muayeneden geçirdikten sonra işin veha- metini seziyor ve bir önleyici iğneden
sonra:
«Nâzım’in yarın yine getirilmesi lâzım. Bazı laboratuvar tahlilleri yaptıracağım.» diyor.
Hikmet Bey, kuşku içinde oğlunu evine götürüyor,
ilaçlarını vaktinde alma tembihleri ve Nâzım dinleniyor... Hastalık,
zatülcenptir. Ciğerler su toplamıştır.
Nâzım Hikmet iyileştikten sonra iki ay da yatakta
istirahat izni alıyor. Bu iki ayı evinde tedavi ile geçiren Nâzım, Mart 1921
başlarında yine hastaneye giderek muayene oluyor. Nâzım’da belirgin bir
iyileşmeye rastlanmıyorsa da hayatî tehlike atlatılmış olarak saptanıyor.
Fakat Nâzım, bir hayli kilo kaybetmiş, takattan düşmüş bulunuyordu.
Nâzım Hikmet hakkında iç hastalıkları uzmanının
verdiği rapora bakılarak Nâzım hakkında son söz söyleniyor: Bu sağlıksız yapı
ile deniz subayığı yapılamaz. Rapor Deniz Harbokulu Komutanlığına sunuluyor.
Komutanlık da 17 Mayıs 1336’da (1920) Nâzım’ı sağlık nedeniyle «silk-i
celil-i askerîyeden ihraç» ediyor.
Sivil hayata dönen Nâzım Hikmet, Birinci Dünya Savaşı
yıllarında başladığı şiir denemelerine daha büyük bir ciddiyetle devam ediyor
ve mütareke yıllarının bu «vatan şairi», bu niteliği ile Ankara’da kurulan
millî hükümetin davetlisi olarak İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek yaşamının
yönünü değiştirmiş bulunuyor. Böylece zatülcenp hastalığı, Nâzım’m bilinen
gücüyle yaşamasını sağlamış oluyor.
Nâzım, Bahriye Mektebinde okurken, adları basın
hayatına geçen iki öğrenciyle de tanışmıştı. Bunlar Nizamettin Nazif
(Tepedelenlioğlu) ile Necip Fazıl (Kısakürek) ’dı.
Bahriye Mektebinde Nâzım’la, Nizamettin Nazif birbirleriyle pek rakip olmamışlardı ama, Necip Fazıl, Nâzım’dan alt sınıflarda
olduğu halde Nâzım’a «şair» denildiği için onu rakip sayardı. Bir iki kez
karşılaşmışlar ve şiir üzerinde tartışmışlardı (Yeni İstanbul, 15 Haziran
1965).
Şiirlerindeki üstünlük, hatta bir aralık Yahya Kemal’in, Nâzım’ın şiirleriyle ilgilenmesi Necip Fazıl’ da kıskançlık duygularını geliştirmiş,
Nâzım’ı sevmez, beğenmez olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder