15 Nisan 2020 Çarşamba

PREPARATUVAR’DA

İlkokulu başarıyla tamamlayan Nâzım’ı Galatasa­ray Sultanisi’ne verdiler. Anne, oğlunun iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, Nâzım Paşa, kendi adını taşı­yan torununun en iyi öğrenimi yapması için Galatasa­ray’ı en iyi okul olarak görüyor. Nâzım da Göztepe’den ayrı bir çevrede yeni arkadaşlar edinerek okuyacağı için Galatasaray’ı seve seve kabul ediyordu. 

Galatasa­ray Sultanisi’nin 3. Preparatuvarı’na yazılan Nâzım, bu hazırlık sınıfında kaşını gözünü yara yara Fransızcaya kendini verdi. Dersleri sevdi ve bunun sonucu olarak da sınıfım geçti. Ne var ki, savaş yıllarının sıkıntıları da artınca da­ha az masraflı bir okula devamı gerekti Nâzım’ın. Bu nedenle kaydı Nişantaşı Sultanisi’ne aktarıldı. 

Nâzım Hikmet, derslerinden çok, yurdun içine dü­şürüldüğü durumla iyiden iyiye ilgilenmeye başladı. Zaten her yerde 1914 Temmuz: bunalımının sonuçları konuşuluyor, Alman birliklerinin küçük Belçika toprak­larından geçmesine izin isteyen ültimatonu reddetme­si büyük bir cesaret olarak tanımlanıyordu. Ağustos 1914 başlarında uydurma bahanelerle Almanya’nın Fran­sa’ya savaş açması herkesi gelecek günlerin getireceği acı sonuçlar üzerinde durmaya zorluyordu. Nâzım Hik­met’in çevresinde de konuşulanlar hep aynı konulardı. 

Bu arada Osmanlı imparatorluğu Almanya tarafını tut­mayı gizli görüşmelerle kararlaştırırken, Enver Paşa da Büyük. Britanya İmparatorluğuna tarafsızlığı korumak hususundaki resmî görüşü yineliyordu.

Bir taraftan Rusya’da bolşeviklerin güçlendiği ha­berleri geliyor, fakat Çarlık Rusyası da (Petrograt Hü­kümeti) Boğazlar sorununu ortaya atıyor, Fransa ile İngiltere’nin görüşlerini öğrenmeye çalışıyordu. Orta Avrupa devletlerinin 6 Ekim’de Bulgaristan’dan yardım sağlayarak Sırbistan’a saldırması, 1915 yılında Antant devletlerinin başarısızlıklarını, karşılaştıkları felaketle­ri arttırdı.

İşte bu, savaş, yenilgi, saldırı dünyasında Nâzım Hikmet daha yakın plândaki savaşa kendini verdi: 3 Kasım 1914’te Ingilizlerin Seddülbahir ve Kumkale tab­yalarına saldırısı ciddi tehlikeler yarattı. Hele 18 Mart 1915’te 16 savaş gemisinin Boğâz’a girerek bütün tab­yaları ateşe tutması pek çok şehit vermemize yol açtı. Bu şehitler arasında Nâzım Hikmet’in dayısı Mehmet Ali de vardı. Mehmet Ali’nin şehadet haberi alındıktan sonra Nâzım Hikmet «Şehit Dayıma», «Benim Dayım», «Şehit Dayıma Mabaat», yine «Şehit Dayıma. Mabaat» başlıklı manzumeler yazdı (Haziran 1915). 

Vatansever duygularla yazdığı şiirlere fazla vakit ayırdığı için Nişantaş Sultanisinde, ilk yılın başarısını sürdüremedi. Sı­nıfı orta ile geçti. Bir gece Hikmet Bey, Bahriye Nâzın Cemal Paşa’nın kendilerini ziyarete geleceğini bildirdi. Evde adam­akıllı bir hazırlık yapıldı. Cemal Paşa hem Bahriye Nâ­zırı, hem de İkinci Ordu Kumandanıydı. Osmanlı - Al­man anlaşmasını imza etmiş ve ünü her tarafta «Büyük Cemal Paşa»ya çıkmıştı. 

1909’da Üsküdar Mutasarrıf­lığı sırasında Çukurova’da çıkan Ermeni isyanını bas­tırmak için oraya gönderilmiş, Adana Valiliğini başarıy­la yaptığı görülünce Bağdat Valiliğine atanmıştı. Bu sırada Balkan savaşı başlamış ve İstanbul’a dönmesi ge­rekmişti. Ancak burada hastalanmış ve İstanbul’da kal­mıştı. Bu sırada Mehmet Nâzım Paşa da Sivas Valisi iken azledilmiş (1910), Nâzım Paşa da İstanbul’a gelmiş, Üs­küdar’a yerleşmişti. 

Cemal Paşa ile arkadaşlığı sırasın­da hemen hemen aynı illerde görev almış olmanın ver­diği bîr anılar birliği, vatanseverlik duyguları, sanat ve edebiyata olan eğilimleri iki paşayı birbirine çok yaklaş­tırmıştı.

Bahrîye Nâzırı olunca aile dostluğunu sürdürmüş­lerdi. İşte Matbuat Umum Müdür yardımcısı olan Hik­met Bey’i ziyaret edecek, biraz ahvali âlemden rahatça söz edeceklerdi. Hikmet Beyler’in evine girince Cemal Paşa’nın elini öpenler arasında Nâzım Hikmet de vardı. Cemal Paşa, Nâzım’m yuvarlak mavi göz bebeklerinden zeka fışkırdığını görünce sordu:

«Nâzım oğlumuz nereye devam ediyor?»
Hikmet Bey hemen:
«Nişantaşı Sultanisine paşa hazretleri» dedi.
Cemal Paşa sorusunu devam ettirdi:
«Bari derslerinden iyi numara alıyor mu?»
Celile Hanım söze karıştı:
«Maşallah yavrumun âferinleri, tahsinleri eksik ol­muyor. Derslerine pek bağlı paşam.»

Hikmet Bey ekledi:
«Şiire de merakı var paşam, dedesine çekmiş.» Cemal Paşa, Nâzım’m şiirlerinden okumasını iste­di ise de Nâzım çekindi, utandı, bir türlü şiirlerinden bi­rini olsun okumadı. Paşa’nın ısrarı üzerine, Hikmet Bey, Nâzım’m son şiirlerinden birini okudu. Bu Bahriye Nâ­zırı Cemal Paşa’nın da hoşuna gidecekti. Zira başlığı Bir Bahriyelinin Ağzından’dı. Hikmet Bey şiiri okumaya başladı:


Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz.
Bize derler Turgutoğlu 
Yakarız yıkarız biz cihanı,
 ölüm karşımdadır an be an 
Vatan uğrunda ederiz fedayı can. 
Topumuzdan çıkan gülle Eder her tarafı tarümar 
Vatan uğrunda fedayı cana Benim gibi çok kişiler var.

3 Kânunuevvel 1330 tarihini taşıyan şiir milâdî tak­vime göre 16 Aralık 1914’de yazılmıştı. 

Cemal Paşa, bu duygulardan çok etkilenmişti:
«Hikmet Bey, dedi, desenize mahdum daha şimdi­den benim emrimde...»
Gülüştüler. Söz Nâzım Hikmet’in tahsiline geldi ve döne dolaşa, Nâzım Hikmet’in Bahriye Mektebi’ne nakli kararlaştırıldı. Bir şiir, Nâzım’m yaşantısında önemli bir değişikliğe yol açmış oldu.

Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın dürtüsü ile Nâzım, Bahriye Mektebi’ne verildi. Böylece Nâzım Hikmet, Hey­beli Ada’da disiplin içinde, üç ayda bir okuldan çıkabılen bir yaşantıya gömüldü. Başka sınıflarda kendisi gi­bi edebiyata, şiire merakı olanlarla tanıştı. Bunlar ara­sında Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) ve Necip Fâzıl (Kısakürek) da vardı.

BAHRİYE MEKTEBİ’NDE

Heybeliada’da okula yazılınca Nâzım’m numarası 962 oldu. Denizi zaten seviyordu. Deniz okulu öğrenci­si elbisesi de kendisine pek yakışıyordu... 
Okula yazıldığı yıl, «intizamsız» damgası yiyen Nâ­zım Hikmet 3. sınıfa geçtikten sonra düzenli bir öğrenci olmuştu. Okul idaresince «derece-i faaliyeti vasat, mes­leğinde istidadı ve kabiliyeti az» sayılıyor, fakat «intizamperver» notu da siciline işleniyordu. Mesleğe, karşı fazla bir ilgi duymayan Nâzım’m «Akaid ve Tabiiyyat» derslerine çalışması, bu dersleri sevmesi bir yılda iki kez takdirname alması sonucunu veriyordu. Başarısı yüzün­den sınıfça adada yapılan gezintiden sonra Okul îdaresi’nin düzenlediği Mükâfat Sofrası’na davet ediliyor, orada yemek yiyor ve pek çok öğrenciyi kıskandırı­yordu.


OKULDAN VE MESLEKTEN AYRILIŞI

Nâzım, öğrenimini bitirmiş, stajyer güverte subayı olarak göreve başlamıştı. Okuldayken öğretmeni şair Yahya Kemal’in, annesinin peşini bırakmadığını, ona şiirler yazdığını duymuş ve bu söylentiden çok üzül­müştü. Nöbetçi subayı olduğu bir gün, bir arkadaşı ay­nı söylentiyi Nâzım’a anlatmış, ikide birde bunun arka­daşlarınca kendisine anlatılmasından yine sinirleri bo­zulmuştu. Gece Nöbetini, dondurucu bir soğukta güver­tede geçirdi, hem görev yerinde kalıyor, hem de söylen­tilerle ilgili derin düşüncelere dalıyor, ayazın sağlığını tehdit ettiğinin farkına varmıyordu. Gece boyunca Yah­ya Kemal’in annesiyle ilişkisine çözüm arayıp durmuştu. Ama nafile!.. 

Hikmet Bey çapkınlıktan vaz geçmiyor, Celile Hanım da bu kadar alımlı, güzel, bilgili ve eşine sadık olduğu halde Hikmet Bey’in kendisini bir türlü sevmemesinin nedenini anlayamadığı için ayrılmayı hiç hatırından çıkarmıyordu. Çıkarmıyordu ama, bu karı koca anlaşmazlığı da Nâzım’ı yiyip bitiriyordu. İşte bu ayaz gecede Nâzım, yine cezalanmayı göze alarak baba - anne bağının sürdürülmesi için çareler aramış, ama ci­ğerlerini adamakıllı üşütmüştü. Yatakhaneye girdikten sonra bütün gece öksürüp durmuştu.

...Kısa bir muayeneden sonra revire götürüldü. Kısa bir tedavi ile iyileşeceği anlaşılarak Merkez Hastanesi­ne yatırıldı. Kışın soğuk gecelerinden birinde ayaz ye­miş olması ve vaktinde tedaviye alınması Nâzım’ın kı­sa bir süre içinde iyileşmesine neden oldu. Birkaç ay sonra bitirme sınavları yapıldı ve Nâzım, özellikle akaid ve tabiiyat derslerinde başarı göstererek stajyer güverte subayı çıktı.

Bu sırada Hikmet Bey’le Celile Hanım bitip tüken­mek bilmeyen geçimsizlikten bıkmışlar ve ayrılmışlar­dı. Nâzım bunu haber alınca bir hayli üzülmüş, sorum­lu olduğu gemide sırtını poyraza vermiş, yine hayale dal­mış, bu kez ciğerler, adeta fırsat kollarcasına hemen so­ğuk almış ve bir iki saat içinde Nâzım’ı yere sermişti.

ASKERLİĞE VEDA HASTALIĞI

Nâzım, istirahatli olarak baba evinin kapısında anahtarı çıkardığı vakit hastalığın onu çok sevdiği de­nizcilikten alakoyacağını düşünüyor ve rengi daha da sararıyordu. Kapının açılması ile Nâzım’m yemek oda­sına girdiğini gören Hikmet Bey ve kızı Samiye adam akıllı telâşlanıyorlar. İşgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetleri subaylarıyla çatışması ihtimali hatıra geli­yorsa da yine de geliş nedeni soruluyor. 

...Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa, hem aile dostu, hem de gerçek bir hekim olarak Nâzım Hikmet’i ciddi bir muayeneden geçirdikten sonra işin veha- metini seziyor ve bir önleyici iğneden sonra:

«Nâzım’in yarın yine getirilmesi lâzım. Bazı laboratuvar tahlilleri yaptıracağım.» diyor.
Hikmet Bey, kuşku içinde oğlunu evine götürüyor, ilaçlarını vaktinde alma tembihleri ve Nâzım dinleni­yor... Hastalık, zatülcenptir. Ciğerler su top­lamıştır.

Nâzım Hikmet iyileştikten sonra iki ay da yatakta istirahat izni alıyor. Bu iki ayı evinde tedavi ile geçiren Nâzım, Mart 1921 başlarında yine hastaneye giderek muayene oluyor. Nâzım’da belirgin bir iyileşmeye rast­lanmıyorsa da hayatî tehlike atlatılmış olarak saptanı­yor. Fakat Nâzım, bir hayli kilo kaybetmiş, takattan düşmüş bulunuyordu. 

Nâzım Hikmet hakkında iç hastalık­ları uzmanının verdiği rapora bakılarak Nâzım hakkın­da son söz söyleniyor: Bu sağlıksız yapı ile deniz subayığı yapılamaz. Rapor Deniz Harbokulu Komutanlığına sunuluyor. Komutanlık da 17 Mayıs 1336’da (1920) Nâzım’ı sağlık nedeniyle «silk-i celil-i askerîyeden ihraç» ediyor. 


Sivil hayata dönen Nâzım Hikmet, Birinci Dünya Savaşı yıllarında başladığı şiir denemelerine daha bü­yük bir ciddiyetle devam ediyor ve mütareke yıllarının bu «vatan şairi», bu niteliği ile Ankara’da kurulan millî hükümetin davetlisi olarak İstanbul’dan Anadolu’ya ge­çerek yaşamının yönünü değiştirmiş bulunuyor. Böyle­ce zatülcenp hastalığı, Nâzım’m bilinen gücüyle yaşa­masını sağlamış oluyor.

Nâzım, Bahriye Mektebinde okurken, adları basın hayatına geçen iki öğrenciyle de tanışmıştı. Bunlar Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) ile Necip Fazıl (Kısakürek) ’dı.
Bahriye Mektebinde Nâzım’la, Nizamettin Nazif birbirleriyle pek rakip olmamışlardı ama, Necip Fazıl, Nâzım’dan alt sınıflarda olduğu halde Nâzım’a «şair» de­nildiği için onu rakip sayardı. Bir iki kez karşılaşmış­lar ve şiir üzerinde tartışmışlardı (Yeni İstanbul, 15 Ha­ziran 1965). 

Şiirlerindeki üstünlük, hatta bir aralık Yah­ya Kemal’in, Nâzım’ın şiirleriyle ilgilenmesi Necip Fazıl’ da kıskançlık duygularını geliştirmiş, Nâzım’ı sevmez, beğenmez olmuştu. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder