14 Nisan 2020 Salı

II. NÂZIM HİKMET'İN ÇOCUKLUĞU


Futbolda eski kurdum:
«Fenerbahçe» nin forvetleri
Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusu İken
Ben en ağır hafbeklerî yere vururdum!
Futbolda eski kurdum:
santıradan alınca pası,
çakarım:
hop!
Beş numara top
açık ağzından girer golkiperîn karnına!..
Bana mahsustur bu vuruş!
Futbol potinlerim
Kurşun kalemimden öğrendiler bu sanatı!

ŞAİR şiirinden

Nâzım Hikmet, babası Selanik’te «Mesalih-i Ecne­biye Müdiri» (Yabancılarla ilgili işlere bakan Müdür) iken 15 Ocak 1902’de dünyaya geldi. O sırada dedesi Nâ­zım Paşa Diyarbakır Valisİydi. Nâzım Paşa, Diyarbakır’ da sağlığı bozulduğu için başka bir yere atanmasını is­teyince Halep Valiliğine getirildi. Nâzım’ın babası Hik­met Bey, görevinden pek memnun olmadığı için ayrıl­maya ve ticaret yapmaya karar verdiğinden, Selânik’ten ayrıldı, Halep’e babasının yanma gitti. Şair Nâzım Pa­şa, torununun erkek olduğuna sevindiği kadar, kendi adını taşımasından da onur duyuyordu.

«Evlâdım, dedi, mühendislik, hekimlik, hâkimlik herkesin işi... Belli bir programı sonuçlandırmayı gö­ze alabilen herkes mühendis olur; hekim olur, bıçak al­tında adam öldürür, suçlayanı çıkmaz. Hakim olur, ba­karsın suçsuzu idamlık suçlu zanneder, sonra iş anlaşılır, hâkime karışan olmaz. Ama ben şairliğimden hiç şikâyetçi değilim, torunumuz Nâzımın da şair olma­sını isterim. Hem de öyle bir şair ...»

«Böyle günlük işlerle uğraşıp vicdanlarıyla baş başa kalanlar da, bir altın bileziği koluna takıp para ka­zananlar da gelip geçicidir. Ben böyle günlük işlerle uğraşıp vicdanlarıyla, belli işleriyle baş başa kalanlar­dan olmaktansa torunumun iki cihanı yenileyecek, söy­lenmemiş bir söz söyleyecek şair olmasını dilerim olmasını isterim.»
Hikmet Bey, babasına karşı gelmedi.

Hikmet Bey, geçim zorluğu nedeniyle ikinci çocu­ğun giderini karsılayamama ihtimali ile üzülüyordu.Halep’te ticaret hayatında hiç bir başarı göstere­memişti. Vali olan babası ise, rüşvete, hatıra, gönüle, hediyeye, kayırmaya kesinlikle karşı olduğu için elin­den tutmamış, kendi bildiğiyle yetinmesini istemişti. Kaldı ki, Nâzım Paşa, sadece maaşıyla geçinmeye azim­li, sürgünde bir vali yaşamına alışkın, manevî değerlere fazlasıyla bağlı, erdemli bir kişiydi. Hikmet Bey de ba­basına çekmişti ama, ticaret hayatında birinin bir hatırlının elinden tutması gerekliydi. Az bir sermaye, sınırlı bir kredi ve sürümü olmayan bir alanda ticaret, bir aileyi ferah fahur yaşatmıyordu işte...

Hikmet Bey, düşüne dursun bir Cuma sabahı Nâzım’a bir kardeş dünyaya geldi. Evin içinde bir telâş, bir heyecan, bir sevinç ve düşünceli bir hava ağırlığını duyuruyordu.
Nâzım’ın kardeşi Ali İbrahim daha kundaksız ya­tacak bir gelişme göstermeden hastalandı, ishal ve sı­cak yavrucağı kasıp kavurdu, eritti ve kardeş kardeş Nâzım’la oynayamadan hayata gözlerini yumdu. Nâ­zım, kardeşinin öldüğünün bile farkında değildi. Birkaç yıl kadar geçmiş, el üstünde tutularak büyüyen ve ke­limeler döktürmeye başlayan Nâzım Hikmet’e annesi:

«Sana bir kardeş getireceğim, onunla oynayacak­sın, sakın kıskanmayacaksın ha!...» derken, Nâzım, an­nesinin boynuna sarılıyor, saçını çekmeye çalışıyor, an­nesi de onu gıdıklayarak bu yaramazlığını önlemeye ba­karken Dede Paşa’nın sesi duyuluyordu:
«Gelin Hanım, ver şu Nâzım’ı bana...»
Dedenin kucağında daha da sevimli, daha da ya­ramaz olan Nâzım’a yeni bir kardeş, kız kardeş geldi: Samiye...

Fakat Halep Valisi Nâzım Paşa da Diyarbakır’a Vali olarak atanma haberini almış ve hiç de memnun kal­mamıştı. Böylece sevimli bir kız torununa kavuşmanın sevinci ile Diyarbakır’a atanma acısı birbirini götürür­ken Hikmet Bey de işlerini tasfiye zorunda kaldı ve hep birlikte Diyarbakır’a gittiler.

Hikmet Bey, babasına yük olmak istemiyordu. iş de tutamıyordu. Orada bir memuriyete geçme olanağı bulunmuyordu. Eşi ve iki çocuğuyla baba evinde tüke­tici olarak yaşaması da onuruna dokunuyordu. Bir gün karar verdi:

«Çocukları alıp İstanbul’a gitmeli, hayat mücade­lesine atılmalı!..»

Vali Paşa, para ve servet karşısında dimdik, Mevlânâ yolunda başı eğikti. Nâzım’ın da kendisine benze­mesini istiyordu. Hikmet Bey ise, kesin kararını verdi­ği için bir akşam üstü babasının iznini aldı ve ailesini toplayarak İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı.
İstanbul; Padişah taraftarları ile hürriyet isteyen­ler arasında köklü bir mücadeleye alan oluyordu. İtti­hat ve Terakki Fırkası saltanat yönetimine ateş püskü­rüyor, seçim istiyor, Millet Meclisi’nin (Meclis-i Mebusan’ın) açılmasını sağlamaya çalışıyordu. Bu ortam içinde yine ticaretten başka bir iş tutamayacağını anla­yan Hikmet Bey, Kadıköy’de Bahariye semtinde küçük bir ev kiralayarak oraya yerleşti. Ufak tefek işlerle ge­çimini sağlamaya koyuldu. Başlayan grevler, yapılan mitinglerden sonra İttihat ve Terakki Fırkası’nın iste­dikleri oldu. Hikmet Bey de İttihat ve Terakki erkânı ile yakın ilişkisi bulunan bir aydın olduğu için hemen Hariciye Nezareti Matbuatı Umumiye mütercimliğine atandı. İşler yoluna girince, Hikmet Bey, evini Göztepe’ ye taşıdı ve Nâzım da koca bebek olduğu için onu he­men Taşmektep’e yazdırdı. Kendisi de memurluk göre­vini başarıyla yürüttü.
İLKOKUL YAŞANTISI

Nâzım Hikmet ilkokulda çalışkan bir çocuk oldu. Annesinin resim çalışmalarından etkilendi. Kız karde­şi Samiye ile çeşitli oyunlarla vakit geçirirken mahal­lenin yakın komşularının çocuklarıyla da arkadaşlık yaptı. Biraz kavgacı olmasına karşın çok seviliyor ve ez­berlediği şiirieri okurken büyümüş de küçülmüş izleni­mini veriyordu.
Hele Kuzguncuk’ta teyzesi Münevver Hanım’m oğ­lu Şeyda Yaltırım’la izcilik oynarlarken yaşından bü­yük gösteriyor, biraz yorulunca kırmızı yanakları al al oluyor, terliyor ve oyunu bırakıp boşluğa bakıp kalıyor­du.

Çocukluğu hep akrabadan yaşıtlarıyla kâh Bahariye’de, kâh Göztepe’de, kâh Kuzguncukta geçiyordu. Futbol oynuyor, iyi gol atıyordu. Ama, «Ne olmak is­tersin Nâzım?» diye soranlara, herkese garip gelen şu karşılığı veriyordu:
«Postacı olmak isterim.»

Ve hemen nerede bulursa kalemlere, kâğıtlara sarı­lıyor, renkli kalemlerle postacı resimleri çiziyordu. Bu postacılar hep Nâzım’a benziyordu. Postacıların getir­dikleri mektupları, verdikleri telgrafları konu komşu­sunun nasıl heyecanla, çok kez sevinçle karşıladıkları­nı gördüğü için umut ve sevinç taşıyıcısı postacılar Nâzım’m gözünde çok büyüyor, önem kazanıyordu. Posta­cı resmi çizme alışkanlığı, onu yakınlarının portreleri­ni çizmeye götürdü. Annesi Celile Hanım’ın resim yapı­şından, verdiği bilgilerden güç kazanan Nâzım daha ço­cukken şiire ve resme olan istidadını belirtti. Emekliye ayrılarak İstanbul’a gelen Dede Nâzım Paşa kırmızıya yakın sakalı, lacivert gözleri, boylu poslu yapısıyla Nâzım’a uzak bir büyük baba gibi değil, onun mürebbisi, öğrenimiyle görevli biri gibi davranır ve Nâzım’ı şiire de, resme de teşvik eder oldu. Başak rengi entarisi, üs­tüne geçirdiği Şam Hırkası ile Nâzım’ı sevdiği vakit:

«Şiir de, resim de iyi, âlâ ve râna; ama yabancı dil de şart ha!..» derdi.
Hikmet Bey de, yabancı dilin önemini bildiği için daha çocukken bu zorunluğu Nâzım’a telkine çalıştılar. Pencere camını kırıp kız kardeşiyle beraber uçak make­ti yapmaya kalkan, kartonlara gemi resmi çizen Nâzım, yaramazlıkları yüzünden ara sıra azar işittiyse de oku­maya olan hevesini ispatlayınca baba, anne, dede aza­rından yakasını kurtarmayı da başardı.

Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç yoklukları Hik­met Bey’in ev. geçindirme gücünü etkiliyordu. Emekli­ye ayrılan Mehmet Nâzım Paşa da Yeldeğirmeni’nde ku­zeni olan eşi Samiye Hanım’la yaşıyordu. Çok huysuz bir hanım olan eşini sevmeyen, ama boşanmayı da doğ­ru bulmayan Nâzım Paşa sık sık oğlu Hikmet’in evine gidiyor ve Nâzım’ı seviyordu. İlkokulu Taşmektep’te bi­tiren Nâzım’ı yabancı dil öğrensin diye Galatasaray’a yazdırmayı istiyor, geçim sıkıntısı çeken oğluna, toru­nunun okuması için emekli maaşından para ayırıyor­du.

Aslında Nâzım Paşa’nın evi, Nâzım'm İlkokulu ol­muştu.

Nâzım, Paşa Dede’nin çevresinden eksik olmuyor­du. Konuşulanları dikkatle dinliyor, çoğunu anlamıyor, ama okunanların âhengine kendini kaptırarak saatler­ce yerinden kımıldamadığı oluyordu. Böylece Nâzım, ilk şiir zevkini dedesinin mevlevi çevresini kaplayanla­rın okudukları şiirlerden aldı; bir yandan resme, bir yandan da şiirler yazmaya koyuldu. Taşmektebi bitir­diği gün, Dedesi ona bol sayfalı, değişik renkli kâğıtlar­la dolu, uzunlamasına açılan, deri kaplı bir defter ar­mağan etti, bir de içindeki mürekkebi dökülmeyen hok­ka ve uçlu kalem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder