21 Nisan 2020 Salı

IV. NÂZIM HİKMET’İN ANADOLU'YA GEÇİŞİ



İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu.
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı
Evleri birbirine giren şehrin içinde,
Ufuklar, genişledi önümüzde git gide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.

İNEBOLU Şiirinden

  
İstanbul işgal edilmiş (16 Mart 1920), Meclisi Me busan dağıtılmıştı. Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali (8 Temmuz 1920), Edirne’nin düşüşü (25 Tem­muz 1920), Nâzım’a İki Hemşire, şiirini ilham etmişti, ama aynı zamanda Anadolu’ya geçme arzuları da genç şairde uyanmaya başlamıştı; zaten çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin de daha yaşlı şairlerle memleketin du­rumunu görüşüyor, kendilerine düşen işin ne olması gerektiğini araştırıyordu. Bir karara varacaklarsa bu kararı Nâzım’a da açacak, onu da yanma alacaktı.
Adnan Adıvar - Halide Edip Adıvar

Anadolu’ya geçenler, Ankara’da yeni milli müca­delenin zafere ulaşması için kendilerine düşeni yapı­yorlardı. Ankara’ya, İstanbul’dan ya kara yoluyla, ya da deniz yoluyla Anadolu topraklarına ayak basarak varılacaktı. Bu iki yol da birçokları tarafından denen­miş ve başarıya ulaşmıştı, örneğin Yunus Nadi karayoluyla Ankara’ya gitmiş, «Anadolu’da Yeni Gün» ga­zetesini kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında yeni hareketin içinde ön planda görülen Yunus Nadi, aynı zamanda Anadolu’ya daha sonra geçenlerin önem­lilerini karşılayanlar arasında da yer almıştı. Nitekim Nazım’ların Ankara’ya geçmesini isteyen Halide Edip ve Adnan Adıvar’ın da içinde bulunduğu kafile 30 Mart 1920 akşamı Geyve’ye varmıştı. «Geyve istasyonuna he­yeti getiren direzinlerde ötekine hoş geldin, berikine sa­fa getirdin derken» Yunus Nadi, Halide Edip Hanımın ancak hayalini şöyle uzaktan görebilmişti. Fakat, erte­si sabah kuşluk vakti epeyce kalabalıklaşan kafilede Halide Edip Hanım, Dr. Adnan Adıvar, o zamanki Trab­zon Mebusu ve sonra Peşte Sefiri olan Hüsrev Bey (Ge­rede), sonra İçişleri Bakanı olan Sami (Baykurt) Bey, İstanbul Mebusu Ali Rıza Bey, Hüsrev Bey’in kardeşi Besalet Bey, sonradan İzmit Mebusu olacak olan Fuat Bey vardı. (Ankara’nın ilk günleri, Yunus Nadi, s. 76)

1920’nin Nisan ayının 4. ve 5. günleri akşamları Mustafa Kemal Paşa ve sofrasında bulunanlar İstan­bul’dan gelecek olanları, gelmelerinde yarar bulunan­ları saptamaya çalışmıştı (a.g.e., s. 94). Gelmelerinde yarar görülenler listeye geçirilmiş, ya kendilerine, ya da kendilerine sözü geçecek olanlara 6 - 7 gün içinde bil­dirim yapılması yolu seçilmişti. Kasım sonlarında İs­tanbul’daki bazı şairlere Halide Edip Hanım haber gön­dermiş ve Nâzım Hikmet’in Ankara’ya geçmesinin sağ­lanmasını istemişti. Zaten Vâlâ Nureddin de aynı ko­nuyu kendiliğinden inceliyor ve Nâzım da bu isteğin kök salıp salmadığına bakıyordu.

Sonunda Vâ - Nû’lardan yaşlı şairler yalnız Vâ - Nû’ nun ve Nâzım’m değil, Faruk Nafiz’le Yusuf Ziya’nın da Anadolu’ya geçmesini planlamışlardı. Bu olayı Vâlâ Nureddin ünlü yapıtında (Bu Dün­yadan Nâzım Geçti, 2. basım, s. 48 ve devamı) şöyle an­latır:

«İstanbul’dan İnebolu’ya gidişimiz şöyle olmuştu:

Bizden yaşlı şair arkadaşlar bu kaçışı tertipliyorlar. İstanbul Polis Müdiriyetindeki millici polisler, bizlere birer geçiş tezkeresi veriyor. Sahte isimlerle, sahte mes­leklerle... Meselâ ben, gûya yumurta tüccarı imişim. Ve yol paramızı Sirkeci’de dişçilik yapan Şevki isminde bir zat sağlıyor. Bu zatın yüzünü önce de, sonradan da as­la görmedik.
Ben gideceğimi aileme açıklıyorum. Nâzım açıkla­yamıyor. Bu sebeple hiç tedariki yok. Yalnız, eniştesi bir dürbün hediye etmiş, onu satıyor, parasını cebine ko­yuyor. Randevu yeri olan Cenyo’ya (Galata köprüsünün tam yanında, Haliç yönünde Avrupa tipi bir birahaney­di. Yere batakçaydı) elini kolunu sallayarak eşyasız ge­liyor. Yahut bir gazeteye paket edilmiş çamaşırlar.. Sır­tında kadife yakalı gri bir pardesü, başında püskülsüz fes... Ayağında topuğu yenik ayakkabılar. Ve sırtında birkaç yıl evvel hazır alınmış, küçülmüş bir palto, 1920 yılının son gecesini Sultan Mahmud Türbesinin yanın­daki Mahmudiye Oteli’nde geçirmiştik. 1921 yılının ilk günü Sirkeci rıhtımından kalkan çok eski, çok küçük ‘Yeni Dünya’ vapuruna dört hececi şair yani bizden baş­ka Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz binecektik. Vakit gazete­si sahibi Hakkı Tarık ile tarih hocası Emin Ali ve kar­deşim Faruk Vâ-Nû, grubumuzu geçirmeye gelmiş­ti.»
Emin Ali, Mütarekeden sonra İstanbul’da ilk ku­rulan Millî Teşkilât içinde eli kalem tutan Piyade Yüz­başısı idi. Nâzım’ı tezkiye etmişti.

Yeni Dünya vapuru, bu kez de önemli görevlerin­den birini yerine getiriyordu. Gemi, genellikle Kara­deniz limanlarına yük ve yolcu taşıyordu. Azerbaycan’a gitmek isteyenler de Yeni Dünya gemisine biner, Trab­zon’da iner, ordan başka araçla Batum’a devam eder­lerdi. örneğin Yeni Dünya gemisi 1920 Nisanında da bazı önemli yolcuları almış, İstanbul’dan kalkmış, 28 Nisan’da Trabzon’da olmuştu. Bunlardan kamador Naz- mi Bey, Hasip Paşazade Ulvi Bey verilen ulusal görevi yerine getirmek için Azerbaycan’a geçme yolunu izle­mişlerdi. Şimdi de Anadolu’ya geçmek isteyen şairleri taşıyordu. Yeni Dünya gemisi...

Şairler, özellikle Nâzım Hikmet, işgal altındaki İs­tanbul’da karşılaştığı yabancı subaylara selam verme­mek için yan sokaklardan gitmiş; zatülcenp hastalığına yakalanmasına yol açan ihmaller yapmış ve Bahriye subayı iken ordudan ayrılmıştı. Şimdi kan ağlayan Ana­dolu’ya geçmek ve ulusal kurtuluş için çırpınanlara yar­dım etmek istiyordu.

İstanbul’dan ayrılırken babasının iznini almamış, hatta niyetini bile gizlemişti. 1 Ocak 1921 sabahı Sirke­ci rıhtımından kalkan Yeni Dünya’ya bineceğini bildiği için iki gün önce babasının masasına, babasına ithaf et­tiği Gençlik başlıklı şiirini bırakmıştı. Dört yıldır sınır­larda kan dökenlerin o yaslı günlerinde kurtuluş için yükselen sesini gençliğin dile getirmesini öğütlüyordu, şiirinde.

Nâzım Hikmet, şöyle anlatır İstanbul’dan ayrılış­larını;

 «Vapura Sirkeci’den bindik. Karakuru, yamyassı hir. vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onla­ra benziyor. Kamaramıza girdik; duvarlarında hamam böcekleri dolaşıyor, daracık, cehennem gibi de sıcak. Faruk Nafiz başını lumboza dayadı: İstanbul’u bir da­ha görmeyecek miyiz? Gidiş var da, dönüş yok mu?’ di­ye ağladı.
Vapur uskur gümbürtüleriyle sarsılmaya başlayın­ca güverteye çıktım. Yusuf Ziya’nm akrabası bize: ‘Ka­radeniz’e açılana kadar kamarada kalın’ dediydi, ama uskur gümbürtüsü bana güven verdi. Sarayburnu’na, köprüye, kurşun kubbelere, tığ gibi minarelere, Taşkış- la’ya, son kere, şöyle doya doya bakmadan İstanbul’dan ayrılmaya da gücüm yetmedi zaten. 

Direkleri tel örme bir Amerikan zırhlısının yanın­dan geçiyoruz. Kızkulesi dolaylarında. Beşiktaş önlerin­de, Boğazın büklümlerinde kımıldanacak yer yok. İs­tanbul denizinin üstü, dretnotlarla, kruvazörlerle, torpi­dolarla, alaca bulaca boyanmış taşıt gemileriyle tıklım tıklım,. Bu düşman, bu hor görücü, bu kurşunî çelik ka­labalığını kaç kere seyrettim içim öfkeden burkularak. Ama şimdi onlara kendime güvenerek bakıyorum. İstan­bul denizinin içinde, dibinde, kefaldan, uskumrudan, torikten çok denizaltının kaynaması da umurumda de­ğil, Anadolu’ya gidiyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya.

Başüstü ambarında, güverte yolcularının çıkınları, sepetleri, sandıkları, çoluklu çocuklu, kadınlı, erkekli fakir kalabalığı arasındayım. Şehrime bakıyorum. Onun bir semtine, bir girintisine, çıkıntısına değil, tümüne ba­kıyorum. Biliyorum: şimdi orda, kışlaların, silah depo­larının önlerinde İngiliz Ordusundan İskoçyalılar, Yeni ZelandalıIar, Hintliler çifter çifter nöbet tutuyor. Kukla askerlerin el ayak hareketleriyle birbirlerine yaklaşıyor, sonra bir anda geri dönüp birbirlerinden uzaklaşıyor, sonra tekrar birbirlerine yaklaşıp yüz yüze geliyorlar. Biliyorum, bu nöbet usulü işimize çok yarıyor. Nöbetçi­ler birbirlerine sırtlarını dönüp uzaklaşınca bizimkiler üstlerine atlıyor, geceleri elbette, herifleri temize havale edip depoya dalıyorlar. Nöbettekiler Hintlilerse, hele müslümanları, bıçağa filan lüzum yok, gık demeden tes­lim oluyor adamcağızlar, yardım bile ediyor kimi kere. Biliyorum: Denizcisini, piyadesini, topçusunu, Fransızını, İngilizini, Amerikanını, Italyanını, Yunanlısını, Ma­dagaskarlısını, Avusturyalısını, camlarımızı kırdıkları, çocuklarımızı dövdükleri, kadınlarımıza saldırdıkları za­man öldürüyoruz.»

< «öldürüyoruz onları. Artık yalnız büyük İstanbul’ un değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bile, yalnız geceleyin değil, gündüzün bile tek başlarına dolaşmak­tan korkuyorlar. Biliyorum: bu korku onları bir kat da­ha zalimleştiriyor. Padişahın polisiyle işbirliği edip ev­lerimizi basıyor, insanlarımıza karakollarında işkence ettikten sonra, sağ kalanlarını Afrika çöllerine, okya­nuslarda kaybolmuş adalara sürüyorlar. Biliyorum: on­lar bir kat daha zalimleşiyor, onları öldürüyoruz, silah kaçırıyoruz Anadolu’ya, ama onları öldürenlerin, silah kaçıranların arasında ben yokum. Ne öldürmesini bece­rebiliyorum, ne de .silah kaçırmasını. Bundan dolayı ay­nı gazetede çalıştığımız —ben arada bir şiir yayınlıyor­dum— Yusuf Ziya, bana Anadolu’ya geçmeyi teklif edince sevinçten deliye döndüm.» 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder